Avrupa/Batı
çıkışlı sosyoloji, yine Avrupa/Batı toplumunu incelemek üzere on dokuzuncu
yüzyılda doğdu ve modernist paradigmanın merkezine oturarak önemli teorik, metodolojik
ve olgusal birikimle konvansiyonel sosyoloji yirminci yüzyılın sonuna kadar hakimiyetini
sürdürdü. Ancak daha geç başlasa da buna paralel olarak on dokuzuncu yüzyılın
sonundan itibaren antropoloji ve etnoloji, Avrupa/Batı dışı (‘geri’, ‘ilkel’,
‘yabancı’ veya ‘öteki’) toplumları incelemek üzere sosyolojinin kardeş disiplinleri
olarak ortaya çıktı ve öğrenmek ve öğretmek amacıyla karşı karşıya bulunduğu
devasa dünyaya büyük bir iştahla saldırdı... Öğrenme ve öğretme amacının çok
ötesinde, dünya kaynaklarını ve pazarlarını kendine sunulmuş sofra gibi görüp iktisadi
çıkarlar için saldıran ticaret ve sanayi burjuvazisinin, çok önceden
‘keşfettiği’ ve devletlerinin (tam veya yarı) sömürgeci ilişkilerle medeni
dünyaya kattığı bu dünyanın halkları ve insanlarına duyduğu ilgi, yüzeysel ve çok daha ‘yukarıdan’dı. Biraz daha
‘aşağıdan gözlemlere sahip olan Batılı/Avrupalı aktörler, dünyanın cahil ve
sapkın (!) halklarını hak yoluna (!) çekme çabasıyla dünyanın her yanına
yayılmış misyonerlerdi. Özellikle ticaret burjuvazinin hemen yanı başında, periferinin
merkeziyle yetinmeyip periferinin periferisine de yayılan bu misyonerler, çalışmalarının
daha etkili olması için gerekli bilgileri toplamak zorundaydılar ve daha yakın
ve hatta bazen iç içe yaşadıkları halklarla ilgili ‘içeriden’ bilgiye daha çok
sahiptiler. Ancak yine de misyonerler, öğrenmekten çok öğretmek, almaktan çok vermek için oradaydılar! Belki de tam da
günümüzde bu toplumların özellikle gündelik yaşamlarıyla ilgili eşsiz kaynak
olarak bu misyoner raporları büyük değer taşımaktadır. Ancak bu raporların asla
‘saha çalışması’ ürünü olduğu iddia edilemez.
Burjuvazi ve
misyonerler ile onların devletlerinin eşliğinde dünyanın derinlemesine keşfine
katılan arkeologlar, antropologlar ve etnologlar ise içinde çıktıkları
modernist paradigmanın ölçme, biçme, tasnifleme, inceleme anlayışıyla
gittikleri bu yeni dünyalarda (sahada) sistematik bir şekilde çalışırlarken aslen
öğrenme çabası içindeydiler veya en azından kendileri tüm naiflikleriyle böyle
düşünmekteydiler. Yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki takipçilerinin eleştirdiği
bu naif anlayışa göre, ‘saha’ adeta bir laboratuvardır ve inceleme için laboratuvara
giren (saha çalışmasına girişen) araştırmacı da araştırdığı sahaya/konuya/nesneye
adeta tutkulu bir merakla yaklaşan/eğilen ve ‘bir bilen’ olarak incelemesini mümkün
olduğunca sistematik, tutarlı ve en önemlisi ‘nesnel’ bir şekilde yapmalıdır. Bunun ne kadar mümkün olduğunu ve hatta mümkün
olup olmadığını tartışmaya başlayan ardıl kuşaklar, postmodern eleştirinin
nimetlerinden de yararlanarak bu naifliği sorgulamaya başlarken, aşağıda
göreceğimiz gibi, saha çalışmalarındaki ‘mülakat’ ve ‘katılım’ meselesini öne
çıkardılar... Derinlemesine veya katılımcı mülakatlar ve gözlemle en detaylı ve
en ‘otantik’ bilgiye ulaşmaya çalışan araştırmacının/mülakatçının söz konusu
araştırma/mülakat sonuncunda ortaya çıkan bilgi üzerindeki etkisi ve hatta
belirleyici olabilecek rolünün sorgulandığı bu tartışmalarda, araştırmacının o
güne kadar ‘nötr’ ve ‘dışarıdan’ olduğu var sayılan yaklaşımı özellikle
sorunsallaştırılırken, Oryantalizm ve emperyalizm eleştirileri üzerinden Avrupa-dışına
veya ‘aşağıdakiler’e güya daha içeriden bakma (aslında onu daha iyi görebilmek
için yukarıdan bu konuya ‘eğilme’) zihniyeti de ayrıca tartışılmaya açıldı.
Türkiye’de ilgili
disiplinlerde çalışan bilim insanlarının bugüne kadar bu eleştirel yaklaşımdan yeterince
nasibini aldığını söylemek mümkün olmamakla birlikte, nötr ve dışarıdan
yaklaşımın günümüzde (güncel/çağdaş Batı eğitimi aldığı için bu sorunsallaştırmadan
ve tartışmalardan haberdar olmuş!) bir avuç Avrupalılaşmış/Batılılaşmış biliminsanı
tarafından eleştirilmeye başlandığı görülmektedir. Ancak aynı şeyin ‘geri’,
‘ilkel’, ‘yabancı’ veya ‘öteki’ olarak gördükleri Türkiye’de kendi haklarına
veya kendi ülke kültürlerine ‘eğilme’ konusunda geçerli olduğunu söylemek maalesef
mümkün değildir: Bu anlayışa göre, hala bir
Avrupalının/Batılının gözüyle ‘yukarıdan’ veya ‘dışarıdan’ bakarak öğrenilecek/anlaşılacak
kültürler, naif biliminsanlarımızı veya biliminsanı adaylarımızı beklemektedir bakir
ve gizemli Anadolu’da!
Sözlü Tarih
ve Saha Çalışması (Etnografya)
Diğer
yandan, son yıllarda adeta bir moda haline gelen ‘sözlü tarih’ çalışmalarının
tarihyazımındaki tamamlayıcı ve alternatif rolü daha iyi bilinmektedir: Tamamlayıcılık bağlamında, genelde
tarihyazımının başvurduğu konvansiyonel kaynakların haklarında yeterince bilgi
vermediği olaylar, konular ve gruplar hakkında (daha fazla veya sağlıklı)
bilgiye ulaşmak için başvurulması gereken ek (tamamlayıcı) kaynak olarak sözlü
tanıklıkların ve kolektif hafızanın kullanımı için bir ‘bilimsel’ bir yöntem
olarak sözlü tarih önemlidir. Alternatif
role gelince, madunun/aşağıdakinin bugüne kadar bastırılmış veya duymamazlıktan
gelinen sesini duymak üzere mikrofonu onlara uzatarak tarihyazımında kullanılan
konvansiyonel kaynakların aktardığı egemenin (devletin, çoğunluğun, muktedirin,
vs.) söylemine/anlatısına alternatif anlatılar/söylem /zihniyet saygıyla kaydedilebilir
ve daha geniş çevrelere aktarılabilir.
Akademi
dışında yaygın olarak kullanıldığında, ‘sözlü tarih’, genelde ‘mülakat’ ile
eşanlamlı kullanılmakta ve mülakata dayalı her türlü (belgesel sinemacılık,
gazetecilik, vs.) çalışmaya o güne kadar verilen (röportaj, söyleşi, belgesel
film, vs.) kavramların yerine kullanılan moda bir isimlendirme olarak karşımıza
çıkmaktadır. Mülakatla eşitleme durumu bazen sosyal ve beşeri bilimlerde de
moda kavram olarak karşımıza çıkmakta ve orada da eskiden beri derinlemesine
mülakat, katılımcı gözlem, saha çalışması, etnografya vs. adla bilinen
çalışmalar, bazen sözlü tarih olarak anılabilmektedir. Aslında Türkiye’de sözlü
tarih bir ‘moda’ olarak görülecek kadar yaygın olmasına rağmen, bu yaygınlığın maalesef
tarihbilim için pek söz konusu olmadığını unutmamak gerekiyor. Diğer yandan
mülakatın akademide eskiden beri kullanıldığını ve sosyoloji, antropoloji,
etnoloji, vs. için saha çalışmasının asli unsuru olduğu da iyi bilinmektedir...
Türkiye’de sözlü
tarihi sadece tamamlayıcı (ek) kaynaklara veya ihmal edilmiş bazı konular için alternatifsiz
kaynaklara ulaşma amacıyla kullanan aktivist araştırmacı yazarlar, aslında
bilimsel yöntem veya alt-disiplin olarak sözlü tarihi değil, gündelik yaşamda yaygın
şekilde ‘sözlü tarih’ olarak anılan mülakatın ve sahanın kıymetini keşfetmişlerdir.
Belgesel sinemacılar ve araştırmacı gazetecilerin eskiden beri ortaya
koydukları, mülakata dayalı belgesel film veya röportaj gibi ürünlere bir
süreden beri daha çok ‘sözlü tarih çalışması’ adının verilmesinin arkasındaki
nedenler ayrıca tartışılmalıdır; ancak kavramın moda olmasında etkili olan bu aktörler
için yaptıkları işin (adı ne olursa olsun) siyasi/aktivist yönü her zaman önemli
olmuştur: Sessizlerin veya daha doğrusu sessizleştirilmişlerin sesini duyurma
amacı ve bu vesileyle o güne dek kamuoyunda veya anaakım bilimsel çalışmalarda görülmeyen
veya görmezden gelinen grupları ve bireyleri özneleştirerek hakim paradigmaya meydan
okuma niyeti her zaman belli bir oranda söz konusu olmuştur. Tarih söz konusu
olduğunda bu, ‘geçmişle yüzleşme’ veya ‘geçmişle hesaplaşma’ bağlamında gündeme
gelmektedir. Diğer yandan, Hemşinliler gibi varlıkları inkar edilmiş ya da
unutturulmuş veya haklarında müesses nizam ve hakim çoğunluk tarafından
uydurulmuş anlatının (mitolojinin) boğucu hakimiyeti nedeniyle bizzat mensupları
tarafından da varlığı sorgulanmaya başlanmış bir grup hakkında ise bu çerçevede
sözlü tarih, tanınma veya kabul görme (recognition)
ve kolektif hak mücadelesi bağlamında gündeme gelmektedir.
Popüler
sözlü tarih ve saha çalışmalarının, daha doğrusu (farklı versiyonlarıyla) mülakatın
bu kadar yaygın kullanılmasında, günümüzde teknik olanakların artmış olması nedeniyle,
bu çalışmaların herkes için (daha kolay) yapılabilir olmasının da etkisi büyüktür ki bu da sözlü
tarihin sadece konusu ve nesnesi (araştırılan) bağlamında değil, uygulayıcıları
açısından da tabana dayalı demokratik özelliğini
gösterir: Gelişmiş dijital kayıt cihazlarının daha geniş çevreler için
erişilebilir olması ve bu kayıtlardan üretilecek eserlerin özellikle Internet
üzerinden daha kolay şekilde kamuyla paylaşılabilir olması, ‘eline kayıt cihazı
alanın sözlü tarihçi olabilmesi’ gibi sevinilecek bir sonuç ortaya çıkarmıştır.
Ancak sözlü tarih çalışmaları konusunda yaşanan enflasyonun, daha doğrusu, her
mülakatın bu isimle anılmasının unutturmaması gereken bir mesele var: Herhangi
bir araştırma veya incelemenin akademik/bilimsel ve popüler versiyonları için
geçerli olduğu üzere, akademik çalışmalar, belli bir formasyonu ve bunun
üzerinden öğrenilecek metodoloji ve kurama dayalı ilkeleri gerektirir.
Hemşinlileri
ve Tarihlerini Çalışmak için Sözü Tarih ve Etnografya
Diğer
yandan, bugüne kadar hakkında az şey bilinen veya çarpıtılmış bilgiler
nedeniyle yanlış tanınan Hemşinliler gibi grupların tarihleri hakkında
alternatif kaynak ve anlatı oluşturma bağlamında, özellikle sözlü kültüre ve bu
bağlamda kolektif hafızaya başvuru konusunda yine popüler çalışmaların öncülüğü
görülmektedir. Henüz yeterli olmaktan çok uzak olan bu çok değerli çalışmalara
ek olarak yapılması gereken, akademik sözlü tarih çalışmalarıdır ki bu konuda
dikkate alınması gereken kriterler bu
yazının asıl konusunu oluşturmaktadır. Bu kriterler, sözlü tarih çalışmaları
için olduğu kadar, bugün Hemşinlilerin dili, kültürü, gündelik yaşamı vs.
üzerine yapılacak (antropolojik, halkbilimsel veya etnolojik) saha çalışmaları
(etnografya) ve bu bağlamda katılımcı gözlem ve mülakatlar için de geçerlidir.
Genelde
Türkiye’de Hemşinliler konusundaki bilgi eksikliğinin nedenlerinin başında,
bugüne kadar akademinin bu konudaki ilgisizliği ve çekincesi gelmektedir. Türkiye’de hakim olan ‘inkar’ ve ‘tabulaştırma’,
Hemşinliler örneğinde ‘Ermenilik’
bağlamında gündeme gelmektedir ki bu bağlamda en önemli mesele ise Hemşinlilerin
konuştuğu dilin (Hemşincenin) Ermenice ile ilişkisi; daha doğrusu Ermenice
olmasıdır. Birkaç kuşak içinde Hemşinlilerin bir kısmı bu dili unutmuştur; konuşanlar
nezdinde bu dil, artık kendine has, hem coğrafi anlamda (sınırları bilinmeyen,
ama çok küçük olduğundan emin olunan) küçük bir dünyaya hem de yaşam alanı olarak dar ve
‘eski’ bir dünyaya (geçmişe) ait, sadece tarım, dağ ve köy yaşamında geçerli ve
eski kuşaklarla birlikte yitip gidecek gizemli bir iletişim aracına dönüşmüştür.
‘Dil’ demeye, sadece bin şahit değil bin cesur (ya da maceracı/romantik) şahit
gerektiği için, bazı Hemşinliler tarafından da dil olarak kabul edilemeyen bir ‘iletişim
aracı’ olarak görülmektedir; çünkü (‘medeni’, ‘gelişmiş’ ve ‘geleceğin dili’ olarak)
devlet dili olan Türkçe’nin her gün daha ikincilleştirip özel alana ittiği,
sonra giderek yok ettiği bu dilin ayrı bir ‘dil’ olarak anılmasının, hakim modernist
ulusçu paradigmada karşılığı ayrı bir kolektif kimlik anlamına gelecektir ve bu
da çoğunluk ve müesses nizam nezdinde ‘bölücülük’ fobisini şaha
kaldıracaktır....
Üstelik bu
‘ayrı’ dil, tüm kendine haslığına rağmen Ermenice konuşanların anladığı bir dil
(!) olunca, hem çoğunluğun ve onların Türk-İslamcı devletinin hem de onların asimile
ettiği veya sindirdiği Hemşinlilerin fobisi daha da büyümektedir: En şeytani
‘öteki’ olan Ermenilerin parçası veya kolu olmak mı söz konusudur yoksa! Konuyla
ilgili sosyo-linguistik çalışmalar henüz yeterli olmamakla birlikte, Cumhuriyet
tarihinde ve özellikle 1990 sonrası dönemde Ermenice ile ilk karşılaştıklarında
Hemşinlilerin verdiği tepkilerin ve bu farkındalık sonucu Hemşinli gençler
arasında başlayan ve popüler yayınlar üzerinden kamuya mal olan kimlik
sorgulamasına (sadece Hemşince konuşanlar değil, bu dili uzun zamandır konuşmayan
Hemşinliler tarafından) verilen tepkinin kaydı ve analizi için saha çalışması
ve sözlü tarih mülakatları paha biçilmez değerdedir. Bir zamanlar Hıristiyan olup
ihtida etmiş olma bilgisi/iddiası/ihtimali ile ilgili değişik kuşaklardan Hemşinlilerin anlatacakları şeyler
muhakkak kayda geçirilmelidir. Yine beşeri coğrafya bağlamında alt gruplarıyla
birlikte Hemşinlilerin yaşadıkları
alanlar, günlük yaşamları ve üretim ilişkileri, aile, çocuk ve kadın-erkek ilişkileri
ve bölgenin farklı gruplarıyla ilişkiler gibi meselelerin tarihi perspektif
içinde incelenmesi için de etnografya ve sözlü tarih dışında alternatif yöntem mevcut
değildir. Bugüne kadar yazılıp-çizilenlerden yola çıkarak ve kişisel enformel gözlemlere
dayanarak şunu söylemek mümkündür ki Ermenice ve Hemşince konuşanlar, (iki ayrı
diyalekt konuşanların her zaman yaşadığı bazı zorluklar ve farklar mevcut olsa
da) genelde karşılıklı anlaşabilmektedir. Sofistike ‘dil - lehçe tartışması’na
girmeden, bu bazit gerçeklikten yola çıkarak Ermenicenin bir lehçesinin söz
konusu olduğunu söylemek mümkündür. Ancak bundan çok daha önemli olan, bu dil
farkları ve ortaklıkları üzerinden otomatikman (etnik/ulusal) kimlik
tasniflerine gitme yönündeki modernist ulusçu tutumdur ki modern kolektif kimliklerin
(yani ulusal kimliklerin) tamamen bir inşa sürecinin ürünü olduğu dikkate
alınınca, bu çıkarımın bir gözlem veya deskriptif analizden çok, modern bir kolektif
kimliğin söylemsel inşasına katkı ve bu anlamda normatif bir tespit olduğunu
söylemek mümkündür.
Bu bağlamda
sözlü tarih veya etnografya çalışması yapacakların dikkate alması gereken bazı önemli
hususlar ve kriterlere gelince, her şeyden önce araştırmacının Hemşince (Hemşin
Ermenicesi) bilmesinin gerekliliği veya önemi tartışılmalıdır. Bunun için de araştırmacının araştırma
içindeki rolünü ele almamız gerekiyor ki bilimsel sözlü tarih veya genelde etnografya
çalışmalarında güncel teorik ve metodolojik çerçevede ele alınması gereken
kriterlerden biri de bununla ilgilidir: Konvansiyonel metodolojide
araştırmacıya veya mülakat/görüşme yapana, yani görüşmeciye (interviewer) biçilen rol adata bir ayna
olarak sahadaki gözlemlerini veya mülakat yapılandan (interviewee)
duyduklarını nesnel bir şekilde yansıtmasıdır. Postmodern dönemin sağlam
eleştirileri karşısında büyük darbe alan bu naif pozitivist anlayışa göre,
sahada araştırmacı (etnograf ya da sözlü tarihçi) veya mülakatta görüşmeci, asıl
veya tek inisiyatif/erk sahibi olarak kendi hazırladığı araştırmada karşılaştığı
anlatıları nesnel ve en doğru şekilde (olduğu gibi!) aktarmayı başardığı oranda
söz konusu çalışma bilimsel nitelik kazanacaktır. Bu anlayışa göre, sahaya
çıkan her nesnel araştırmacıyı bekleyen bir
‘doğru’ vardır ve ona ulaşmak için her zaman geçerli olan ‘kaynakların nesnel ve
tarafsız kullanımı’ kuralı, mülakat için de geçerlidir. Oysa kaynağı insan ve yöntemi
yaşamsal bir süreç üzerine kurulu olan mülakatlar bağlamında bu beklenti, en hafif deyişle naiftir. Bu naif anlayışa
göre, araştırmacı veya mülakatçının kim olduğundan (‘kim’liğinden) bağımsız
olarak - hatta onunla ortak dile sahip olup
olmamasından bağımsız olarak - görüşülen kişiden aktarılacak gerçek/doğru bilgi
vardır ve iyi bir araştırmacı gerekirse tercüman kullanarak bu bilgiye ulaşabilir.
Bu durumda, anadili Hemşince olan veya kendini en iyi ifade ettiği dil Hemşince
olan biriyle mülakatı gerçekleştiren kişinin Hemşince bilmemesi önemli bir
handikap oluşturmaz, çünkü sahadaki veya mülakatta bu engel/eksiklik, bir
tercüman aracılığıyla ortadan kaldırılabilir! Oysa görüşülen kişinin ne dediğini ve özellikle nasıl söylediğini, görüşmecinin kimliği,
özellikleri ve mülakat sırasındaki duruşu ve davranışı (tamamen belirlemese de)
etkiler.
Akademik sözlü
tarih veya saha çalışmalarının önemli ayırt edici özelliklerinden biri, bu ve
benzeri meseleleri sorunsallaştırması ve bunu çalışmanın metodolojik ve
kuramsal çerçevesinin merkezine oturtmasıdır. Kısaca, postmodernizmin akademiye
kazandırdığı hayırlı bir ‘odak çoğalması’ olarak görülebilecek olan, sahada veya
mülakatta ne söylendiği kadar nasıl
söylendiğinin de önemli hale gelişi, sözlü tarih ve saha çalışması sırasında
mülakatlarla toplanan malzemeyi (anlatıları/metinleri) içeriğinin ötesinde
değerli kılar. Elbette ‘ne’ meselesini aşırı rölativist tavırla önemsizleştiren
veya anlamsızlaştıran, hepsi aynı oranda geçerli/anlamlı veya geçersiz/anlamsız
anlatıların/söylemlerin/metinlerin analizine odaklanan postmodernizm tuzağına
düşmemek ve bu bağlamda ‘nasıl’ı asıl mesele sayarak gerisini sadece ‘bakış açısı’na
indirgemek ve gerçek/doğru arayışından vaz geçmek doğru değildir. Ancak o güne
kadar ihmal edilen bir boyut olarak ‘nasıl’ın ve bu bağlamda söylem analizinin de öneminin kabul edilmesi, büyük bir
kazanımdır. İşte bu analiz için çok değerli malzemelerin
(anlatıların/metinlerin) toplanması için sözlü tarih ve etnografya - mülakatlar
doğru uygulanırsa - eşsiz bir araçtır. Bu aracın doğru kullanılması, (burada
ele alınmayacak) mülakat teknikleriyle ilgili birikim kadar, bu konudaki teorik
çerçeveye hakim olmayı da bağlıdır. Bu çerçeve içinde araştırmacının/görüşmecinin
(dil bilip bilmediği gibi) özellikleriyle ve genelde sahadaki/mülakattaki tavrı, araştırmada
belirleyici rol oynamaktadır. Nitekim saha/mülakat öncesi araştırmanın tematik
kavramsal, metodolojik ve kuramsal çerçevesini genel hatlarıyla çizen araştırmacı/görüşmeci, sahada sadece ‘ayna’ rolü
oynamaz; bir başka insanla (özneyle) karmaşık bir ilişki/iletişim yaşayan bir
özne olarak diyalojik bir süreç yaşar ki bundan sonraki bölümde bu süreci
tartışacağım.
Yine konvansiyonel
saha çalışmaları metodolojisinde hakim olan ‘nesnel ve dışarıdan gözlem yapan
araştırmacı’ anlayışının günümüzde hala kabul edilmesi mümkün değildir. Etnografya
çalışmalarında araştırma konusu olan aktörlerin veya bilgiye ulaşılmasını sağlayacak
bilgi kaynağının (informant) nasıl
adlandırılması gerektiğiyle ilgili tartışma, aktörlerin araştırmadaki rollerine
itiraz üzerine kurulmuş ve bu nedenle bu ilişkiye daha eleştirel yaklaşanlar
tarafından ‘yerli’ (native) gibi alternatif
kavramlar önerilmiştir. Aynı sorun, sözlü tarihte mülakat/görüşme yapılan kişiye (interviewee)
verilecek kişiler için de geçerlidir ve burada da mülakat sırasında bu
kişilerin rollerinin ‘mülakat yapan (görüşmeci) tarafından yönlendirilen veya
onun amacı doğrultusunda araştırmaya katkı sunan aktörler’ olduğu anlayışı ve
hatta bu kişilerin, araştırmacının yazdığı senaryoda kendilerine biçilmiş rolü
oynadığı düşüncesi sorgulanmaktadır. Bu kişilerin bu süreçteki öznelik (özne
olma) vasfına vurgu ile, aslında yaşamsal bir süreç olan mülakatlarda bu
öznelerin sanıldığından daha büyük/önemli/etkili (ve hatta bazen belirleyici
rol) oynadıkları kabul edilmektedir. Böylece, araştırmanın yaşamsallığı temelinde
mülakat aslında özneler arasında yaşanan
bir süreç olarak görülmelidir ve bu özenelerarasılık (intersubjectivity)
ilkesinin daha araştırmanın başında kabulü, genelde saha çalışmalarına (özellikle
mülakatlara) ve toplanan malzemenin analizine farklı bir nitelik
kazandıracaktır. (Saha çalışması ile analizi, aynı sürecin birbirini takip eden
aşamaları olarak kabul etmek yanlış olur. Analizin asıl saha çalışmasından
sonra yapıldığı düşünülse de aslında analiz daha saha çalışması aşamasında
başlar.)
Özenelerarasılık
ilkesinin kabulü, aynı zamanda mülakat sürecini de (iki özne arasında) diyalojik
(diological) bir süreç olarak kabul
eder. Bu bağlamda, sürecin önemli meselelerinden biri olarak taraflar
arasındaki erk/güç ilişkisi de gündeme gelir. Daha özgürlükçü veya demokrat
anlayışa sahip olanların savunduğu, sahada ‘araştırmacılarla araştırılanlar
arasında erk/güç paylaşımı’ olması ilkesi veya zaten sahada bunun yaşandığı inancı,
araştırmanın/mülakatın her aşamasında en
az özenelerarasılık kadar dikkate alınması gereken bir konudur. Mülakat sırasında özneler arasında bir diyalogun
ve bu bağlamda zaten karşılıklılığın söz konusu olduğunu inkar etmek mümkün
değildir ve bunun sağladığı görece demokratik ilişki potansiyeli takdir
edilmelidir. Ancak bu ilişkinin eşitlik üzerine kurulu olduğu (veya sahada eşitlikçi
güç/erk ilişkilerinin söz konusu olduğu) yanılsamasından veya yanıltmasından
kaçınmak gerekir: Kabul etmek gerekir ki bir diyalektik süreç olarak mülakat, başından
araştırmayı planlamış/amaçlamış kişinin veya ekibin inisiyatifi veya inisiyatif
üstünlüğü ile gerçekleştirilir. Bir performans olarak görülebilecek mülakat
sırasında erk ilişkisi oldukça karmaşık bir mesele olsa da mülakat (performans)
öncesinde veya sonrasında, yani çalışmanın tamamında araştırmacının/görüşmecinin
gücü (erk üstünlüğü) inkar edilemez. (Mülakatların aynı zamanda [en az iki
kişilik] bir performans olarak düşünülmesi ve bu bağlamda tartışılması, genelde
etnografya ve sözlü tarih çalışmalarının daha rafine ve sofistike bir şekilde
ele alınmasına yardımcı olacaktır.) Aslında bazen sahici olmayan bir mütevazılıkla
veya eşitlikçilik yanılgısıyla bu gücün veya üstünlüğün varlığını (en başta kendimize
olmak üzere) inkar etmemiz, tam tersine ilişkideki
gücümüzü dolaylı sergilemenin veya tadını çıkarmanın yöntemi olabilir! İyi niyetli hereksin düşebileceği
bu tuzağa karşı en büyük çözüm, kendimize ve karşımızdakine karşı samimiyettir:
Süreçte herkesin rolü ve bu bağlamda güç ilişkileri konusunda samimi olmak ve
projenin sahibi veya çalışanı olarak sahip olduğumuz avantajlar veya olanakları
kabullenmek en doğrusudur...
Akademik
çalışma için sahaya çıkarken veya sözlü tarih mülakatları gerçekleştirirken kendi
yargılarımızın, tabularımızın ve niyetlerimizin farkında olma ve bu konu
üzerine sürekli düşünme anlamında düşünümsellik (reflexivity) ve çalıştığımız konu karşısında ve proje içinde veya
grup içinde kendi konumumuz hakkında sürekli duyarlılık anlamında özdüşünümsellik (self-reflexivity) bir başka önemli ilke veya bilimsellik için önemli
bir kriter olarak kabul edilmelidir. Bu sayede, sahada karşılaşılan, araştırmacının
işine gelmeyen veya beklenilmeyen anlatılara karşı kulaklarımız, kafamız ve
yüreğimiz daha açık olacaktır. Hemşinliler örneğinde bu sorunla, anadilleri
Hemşince olsa da bazı insanların kendilerini ‘özbeöz Türk’ olarak görmeleri ve
sunmaları bağlamında karşılabilir. Hemşin sözcüğünden başlamak üzere efsaneler
üzerine kurulu farklı anlatılardan bazıları sahada karşımıza kesin bilgi olarak
çıkabilir. Özellikle son yüzyılın resmi anlatılarının eğitim ve son zamanlarda
medya aracılığıyla toplumun kılcal damarlarına kadar işlemiş olması, kuşaklar
boyu aktarılmış olan ve toplumsal/kolektif hafızada halen mevcut olan
bilgilerle çelişen bu bilgilerin (belki mülakat sırasında mikrofona konuşuluyor
olmasının yol açtığı resmi veya kamusal platform algısı nedeniyle) araştırmacıya
sunulmasına yol açabilir. Burada hemen bir başka teorik ve metodolojik sorun
olarak bireysel/biyografik ve toplumsal/kolektif versiyonlarıyla hafıza ve bu
bağlamda kuşaklararası aktarım, görgü tanıklığı, sözlü kültür/gelenek gibi
meseleler gündeme gelmektedir ki araştırmacıların bu konularda mümkün olduğunca donanımlı
sahaya çıkması gerekir. Hemşinliler üzerine yapılacak çalışmada, özellikle Hemşince
konuşmayan (daha batıdaki) Hemşinliler ile Hemşince bilen ve Hristiyanlıktan ihtida
konusunda toplumsal/kolektif hafızada daha canlı/açık unsurlar bulunan (daha
doğuda yaşayan) Hemşinliler arasındaki farklar ile bu grupların aralarındaki ilişkiye
odaklanırken, bu ilke ve kriterlerin dikkate alınması çok önemlidir.
Bu bağlamda,
sözlü tarih aracılığıyla ulaşılan/toplanan her anlatının (doğru olup olmamasının
ötesinde) özellikle söylem analizi için çok değerli ‘malzeme’ olabileceği unutulmamalıdır.
Elbette geleneğin icadı, siyasi manipülasyon için tarihin (kötüye) kullanımı ve
mitleştirme gibi sorunları ve araştırmacının kendi doğrularını ihmal etmeden,
hem kaynakları hem de sürekli yeniden üretim mekanizmalarıyla herhangi bir
söylemin analizi, toplumsal incelemelerde önemli olanaklar sunabilir...
Bu çerçevede
önemli bir sorun da 1990lar sonrasında başlayan ve özellikle genç kuşak Hemşinliler
arasında yaygınlaşan alternatif tarih arayışının, zamanla alternatif ‘resmi’ tarih
anlatılarına yol açma ihtimalidir. Kolektif kimliklerin söylemsel inşa
süreçlerinde her zaman görülen ve Osmanlı’nın son dönemlerinde farklı etnik
gruplar arasında karşımıza çıkan mekanizmaların, 1990lar sonrasında birçok azınlık
grup arasında gündeme geldiği bilinmektedir. Bu süreçte icat edilmiş geleneklerin,
yeni mitleştirmelerin ve doğruluğundan henüz emin olmadığımız bilgilerin,
popüler yayınlar aracılığıyla bazı
Hemşinliler arasında yaygınlaşmış olma ihtimali ve sahada bunların kolektif hafızaya
ait ‘otantik’ bilgi gibi sunulması da önemli bir handikaptır.
Hafıza
bağlamında dikkatle ele alınması gereken bir sorun da travma meselesi (‘travma
sonrası toplumların kolektif hafızası’) ve geçmişle yüzleşme/hesaplaşma (neden
ve nasıl) sorunudur ki Hemşinliler bağlamında bu sorunun ne kadar önemli
olduğundan emin değilim.
Sonuç olarak
Tarihlerini merak
eden Hemşinlilerin ve onların tarihlerini öğrenmek isteyen gayri-Hemşinlilerin
kaçınılmaz olarak başvurması gerekecek sözlü tarih ve bugün Hemşinlileri tüm
yönleriyle tanı(t)mak isteyenlerin gerçekleştirmesi gereken saha çalışması, sadece
konvansiyonel kaynaklarda bulunmayacak bilgilere ulaşmamızı sağlayacak bilgiye erişmek
için değil, ‘içeriden’ bir bakıştan haberdar olmak veya bugüne kadar bastırılan
veya duymazlıktan gelinen Hemşinlilerin kendi sesini duymak ve anlamak için de zorunludur.
Etnografya ve özellikle sözlü tarih denilince bugün kamuoyunda anlaşılan her türlü
mülakat ve ona dayalı çalışma (belgesel film, röportaj, popüler araştırma, vs.)
bu konuda çok değerlidir; ancak sağlıklı bilgi birikimi için bu yazıda dile
getirilen sorun ve kriterlerden yola çıkan akademik sözlü tarih ve saha
çalışmalarının sayısının da artması elzemdir...
Bülent Bilmez (İstanbul Bilgi Üniversitesi, Prof.)
Gor Dergisi Sayı 4 Bahar 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder