18 Şubat 2018 Pazar

Hemşinlilerin Akademik Çalışmalar ve Tarih yazımındaki Yer(sizliğ)i: Olmayanın veya Sessizlerin Geçmişi ve Bugünü için Sözlü Tarih ve Etnografya (Teorik ve Metodolojik Meseleler)






Avrupa/Batı çıkışlı sosyoloji, yine Avrupa/Batı toplumunu incelemek üzere on dokuzuncu yüzyılda doğdu ve modernist paradigmanın merkezine oturarak önemli teorik, metodolojik ve olgusal birikimle konvansiyonel sosyoloji yirminci yüzyılın sonuna kadar hakimiyetini sürdürdü. Ancak daha geç başlasa da buna paralel olarak on dokuzuncu yüzyılın sonundan itibaren antropoloji ve etnoloji, Avrupa/Batı dışı (‘geri’, ‘ilkel’, ‘yabancı’ veya ‘öteki’) toplumları incelemek üzere sosyolojinin kardeş disiplinleri olarak ortaya çıktı ve öğrenmek ve öğretmek amacıyla karşı karşıya bulunduğu devasa dünyaya büyük bir iştahla saldırdı... Öğrenme ve öğretme amacının çok ötesinde, dünya kaynaklarını ve pazarlarını kendine sunulmuş sofra gibi görüp iktisadi çıkarlar için saldıran ticaret ve sanayi burjuvazisinin, çok önceden ‘keşfettiği’ ve devletlerinin (tam veya yarı) sömürgeci ilişkilerle medeni dünyaya kattığı bu dünyanın halkları ve insanlarına duyduğu ilgi,  yüzeysel ve çok daha ‘yukarıdan’dı. Biraz daha ‘aşağıdan gözlemlere sahip olan Batılı/Avrupalı aktörler, dünyanın cahil ve sapkın (!) halklarını hak yoluna (!) çekme çabasıyla dünyanın her yanına yayılmış misyonerlerdi. Özellikle ticaret burjuvazinin hemen yanı başında, periferinin merkeziyle yetinmeyip periferinin periferisine de yayılan bu misyonerler, çalışmalarının daha etkili olması için gerekli bilgileri toplamak zorundaydılar ve daha yakın ve hatta bazen iç içe yaşadıkları halklarla ilgili ‘içeriden’ bilgiye daha çok sahiptiler. Ancak yine de misyonerler, öğrenmekten çok öğretmek, almaktan çok  vermek için oradaydılar! Belki de tam da günümüzde bu toplumların özellikle gündelik yaşamlarıyla ilgili eşsiz kaynak olarak bu misyoner raporları büyük değer taşımaktadır. Ancak bu raporların asla ‘saha çalışması’ ürünü olduğu iddia edilemez.

Burjuvazi ve misyonerler ile onların devletlerinin eşliğinde dünyanın derinlemesine keşfine katılan arkeologlar, antropologlar ve etnologlar ise içinde çıktıkları modernist paradigmanın ölçme, biçme, tasnifleme, inceleme anlayışıyla gittikleri bu yeni dünyalarda (sahada) sistematik bir şekilde çalışırlarken aslen öğrenme çabası içindeydiler veya en azından kendileri tüm naiflikleriyle böyle düşünmekteydiler. Yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki takipçilerinin eleştirdiği bu naif anlayışa göre, ‘saha’ adeta bir laboratuvardır ve inceleme için laboratuvara giren (saha çalışmasına girişen) araştırmacı da araştırdığı sahaya/konuya/nesneye adeta tutkulu bir merakla yaklaşan/eğilen ve ‘bir bilen’ olarak incelemesini mümkün olduğunca sistematik, tutarlı ve en önemlisi ‘nesnel’ bir şekilde yapmalıdır.  Bunun ne kadar mümkün olduğunu ve hatta mümkün olup olmadığını tartışmaya başlayan ardıl kuşaklar, postmodern eleştirinin nimetlerinden de yararlanarak bu naifliği sorgulamaya başlarken, aşağıda göreceğimiz gibi, saha çalışmalarındaki ‘mülakat’ ve ‘katılım’ meselesini öne çıkardılar... Derinlemesine veya katılımcı mülakatlar ve gözlemle en detaylı ve en ‘otantik’ bilgiye ulaşmaya çalışan araştırmacının/mülakatçının söz konusu araştırma/mülakat sonuncunda ortaya çıkan bilgi üzerindeki etkisi ve hatta belirleyici olabilecek rolünün sorgulandığı bu tartışmalarda, araştırmacının o güne kadar ‘nötr’ ve ‘dışarıdan’ olduğu var sayılan yaklaşımı özellikle sorunsallaştırılırken, Oryantalizm ve emperyalizm eleştirileri üzerinden Avrupa-dışına veya ‘aşağıdakiler’e güya daha içeriden bakma (aslında onu daha iyi görebilmek için yukarıdan bu konuya ‘eğilme’) zihniyeti de ayrıca tartışılmaya açıldı.

Türkiye’de ilgili disiplinlerde çalışan bilim insanlarının bugüne kadar bu eleştirel yaklaşımdan yeterince nasibini aldığını söylemek mümkün olmamakla birlikte, nötr ve dışarıdan yaklaşımın günümüzde (güncel/çağdaş Batı eğitimi aldığı için bu sorunsallaştırmadan ve tartışmalardan haberdar olmuş!) bir avuç Avrupalılaşmış/Batılılaşmış biliminsanı tarafından eleştirilmeye başlandığı görülmektedir. Ancak aynı şeyin ‘geri’, ‘ilkel’, ‘yabancı’ veya ‘öteki’ olarak gördükleri Türkiye’de kendi haklarına veya kendi ülke kültürlerine ‘eğilme’ konusunda geçerli olduğunu söylemek maalesef mümkün değildir: Bu anlayışa göre, hala bir  Avrupalının/Batılının gözüyle ‘yukarıdan’ veya ‘dışarıdan’ bakarak öğrenilecek/anlaşılacak kültürler, naif biliminsanlarımızı veya biliminsanı adaylarımızı beklemektedir bakir ve gizemli Anadolu’da!

Sözlü Tarih ve Saha Çalışması (Etnografya)

Diğer yandan, son yıllarda adeta bir moda haline gelen ‘sözlü tarih’ çalışmalarının tarihyazımındaki tamamlayıcı ve alternatif rolü daha iyi bilinmektedir: Tamamlayıcılık bağlamında, genelde tarihyazımının başvurduğu konvansiyonel kaynakların haklarında yeterince bilgi vermediği olaylar, konular ve gruplar hakkında (daha fazla veya sağlıklı) bilgiye ulaşmak için başvurulması gereken ek (tamamlayıcı) kaynak olarak sözlü tanıklıkların ve kolektif hafızanın kullanımı için bir ‘bilimsel’ bir yöntem olarak sözlü tarih önemlidir. Alternatif role gelince, madunun/aşağıdakinin bugüne kadar bastırılmış veya duymamazlıktan gelinen sesini duymak üzere mikrofonu onlara uzatarak tarihyazımında kullanılan konvansiyonel kaynakların aktardığı egemenin (devletin, çoğunluğun, muktedirin, vs.) söylemine/anlatısına alternatif anlatılar/söylem /zihniyet saygıyla kaydedilebilir ve daha geniş çevrelere aktarılabilir.

Akademi dışında yaygın olarak kullanıldığında, ‘sözlü tarih’, genelde ‘mülakat’ ile eşanlamlı kullanılmakta ve mülakata dayalı her türlü (belgesel sinemacılık, gazetecilik, vs.) çalışmaya o güne kadar verilen (röportaj, söyleşi, belgesel film, vs.) kavramların yerine kullanılan moda bir isimlendirme olarak karşımıza çıkmaktadır. Mülakatla eşitleme durumu bazen sosyal ve beşeri bilimlerde de moda kavram olarak karşımıza çıkmakta ve orada da eskiden beri derinlemesine mülakat, katılımcı gözlem, saha çalışması, etnografya vs. adla bilinen çalışmalar, bazen sözlü tarih olarak anılabilmektedir. Aslında Türkiye’de sözlü tarih bir ‘moda’ olarak görülecek kadar yaygın olmasına rağmen, bu yaygınlığın maalesef tarihbilim için pek söz konusu olmadığını unutmamak gerekiyor. Diğer yandan mülakatın akademide eskiden beri kullanıldığını ve sosyoloji, antropoloji, etnoloji, vs. için saha çalışmasının asli unsuru olduğu da iyi bilinmektedir...

Türkiye’de sözlü tarihi sadece tamamlayıcı (ek) kaynaklara veya ihmal edilmiş bazı konular için alternatifsiz kaynaklara ulaşma amacıyla kullanan aktivist araştırmacı yazarlar, aslında bilimsel yöntem veya alt-disiplin olarak sözlü tarihi değil, gündelik yaşamda yaygın şekilde ‘sözlü tarih’ olarak anılan mülakatın ve sahanın kıymetini keşfetmişlerdir. Belgesel sinemacılar ve araştırmacı gazetecilerin eskiden beri ortaya koydukları, mülakata dayalı belgesel film veya röportaj gibi ürünlere bir süreden beri daha çok ‘sözlü tarih çalışması’ adının verilmesinin arkasındaki nedenler ayrıca tartışılmalıdır; ancak kavramın moda olmasında etkili olan bu aktörler için yaptıkları işin (adı ne olursa olsun) siyasi/aktivist yönü her zaman önemli olmuştur: Sessizlerin veya daha doğrusu sessizleştirilmişlerin sesini duyurma amacı ve bu vesileyle o güne dek kamuoyunda veya anaakım bilimsel çalışmalarda görülmeyen veya görmezden gelinen grupları ve bireyleri özneleştirerek hakim paradigmaya meydan okuma niyeti her zaman belli bir oranda söz konusu olmuştur. Tarih söz konusu olduğunda bu, ‘geçmişle yüzleşme’ veya ‘geçmişle hesaplaşma’ bağlamında gündeme gelmektedir. Diğer yandan, Hemşinliler gibi varlıkları inkar edilmiş ya da unutturulmuş veya haklarında müesses nizam ve hakim çoğunluk tarafından uydurulmuş anlatının (mitolojinin) boğucu hakimiyeti nedeniyle bizzat mensupları tarafından da varlığı sorgulanmaya başlanmış bir grup hakkında ise bu çerçevede sözlü tarih, tanınma veya kabul görme (recognition) ve kolektif hak mücadelesi bağlamında gündeme gelmektedir.

Popüler sözlü tarih ve saha çalışmalarının, daha doğrusu (farklı versiyonlarıyla) mülakatın bu kadar yaygın kullanılmasında, günümüzde teknik olanakların artmış olması nedeniyle, bu çalışmaların herkes için (daha kolay) yapılabilir  olmasının da etkisi büyüktür ki bu da sözlü tarihin sadece konusu ve nesnesi (araştırılan) bağlamında değil, uygulayıcıları açısından da tabana dayalı demokratik  özelliğini gösterir: Gelişmiş dijital kayıt cihazlarının daha geniş çevreler için erişilebilir olması ve bu kayıtlardan üretilecek eserlerin özellikle Internet üzerinden daha kolay şekilde kamuyla paylaşılabilir olması, ‘eline kayıt cihazı alanın sözlü tarihçi olabilmesi’ gibi sevinilecek bir sonuç ortaya çıkarmıştır. Ancak sözlü tarih çalışmaları konusunda yaşanan enflasyonun, daha doğrusu, her mülakatın bu isimle anılmasının unutturmaması gereken bir mesele var: Herhangi bir araştırma veya incelemenin akademik/bilimsel ve popüler versiyonları için geçerli olduğu üzere, akademik çalışmalar, belli bir formasyonu ve bunun üzerinden öğrenilecek metodoloji ve kurama dayalı ilkeleri gerektirir.

Hemşinlileri ve Tarihlerini Çalışmak için Sözü Tarih ve Etnografya

Diğer yandan, bugüne kadar hakkında az şey bilinen veya çarpıtılmış bilgiler nedeniyle yanlış tanınan Hemşinliler gibi grupların tarihleri hakkında alternatif kaynak ve anlatı oluşturma bağlamında, özellikle sözlü kültüre ve bu bağlamda kolektif hafızaya başvuru konusunda yine popüler çalışmaların öncülüğü görülmektedir. Henüz yeterli olmaktan çok uzak olan bu çok değerli çalışmalara ek olarak yapılması gereken, akademik sözlü tarih çalışmalarıdır ki bu konuda dikkate  alınması gereken kriterler bu yazının asıl konusunu oluşturmaktadır. Bu kriterler, sözlü tarih çalışmaları için olduğu kadar, bugün Hemşinlilerin dili, kültürü, gündelik yaşamı vs. üzerine yapılacak (antropolojik, halkbilimsel veya etnolojik) saha çalışmaları (etnografya) ve bu bağlamda katılımcı gözlem ve mülakatlar için de geçerlidir.

Genelde Türkiye’de Hemşinliler konusundaki bilgi eksikliğinin nedenlerinin başında, bugüne kadar akademinin bu konudaki ilgisizliği ve çekincesi gelmektedir.  Türkiye’de hakim olan ‘inkar’ ve ‘tabulaştırma’, Hemşinliler örneğinde  ‘Ermenilik’ bağlamında gündeme gelmektedir ki bu bağlamda en önemli mesele ise Hemşinlilerin konuştuğu dilin (Hemşincenin) Ermenice ile ilişkisi; daha doğrusu Ermenice olmasıdır. Birkaç kuşak içinde Hemşinlilerin bir kısmı bu dili unutmuştur; konuşanlar nezdinde bu dil, artık kendine has, hem coğrafi anlamda (sınırları bilinmeyen, ama çok küçük olduğundan emin olunan) küçük bir dünyaya hem de yaşam alanı olarak   dar ve ‘eski’ bir dünyaya (geçmişe) ait, sadece tarım, dağ ve köy yaşamında geçerli ve eski kuşaklarla birlikte yitip gidecek gizemli bir iletişim aracına dönüşmüştür. ‘Dil’ demeye, sadece bin şahit değil bin cesur (ya da maceracı/romantik) şahit gerektiği için, bazı Hemşinliler tarafından da dil olarak kabul edilemeyen bir ‘iletişim aracı’ olarak görülmektedir; çünkü (‘medeni’, ‘gelişmiş’ ve ‘geleceğin dili’ olarak) devlet dili olan Türkçe’nin her gün daha ikincilleştirip özel alana ittiği, sonra giderek yok ettiği bu dilin ayrı bir ‘dil’ olarak anılmasının, hakim modernist ulusçu paradigmada karşılığı ayrı bir kolektif kimlik anlamına gelecektir ve bu da çoğunluk ve müesses nizam nezdinde ‘bölücülük’ fobisini şaha kaldıracaktır....   

Üstelik bu ‘ayrı’ dil, tüm kendine haslığına rağmen Ermenice konuşanların anladığı bir dil (!) olunca, hem çoğunluğun ve onların Türk-İslamcı devletinin hem de onların asimile ettiği veya sindirdiği Hemşinlilerin fobisi daha da büyümektedir: En şeytani ‘öteki’ olan Ermenilerin parçası veya kolu olmak mı söz konusudur yoksa! Konuyla ilgili sosyo-linguistik çalışmalar henüz yeterli olmamakla birlikte, Cumhuriyet tarihinde ve özellikle 1990 sonrası dönemde Ermenice ile ilk karşılaştıklarında Hemşinlilerin verdiği tepkilerin ve bu farkındalık sonucu Hemşinli gençler arasında başlayan ve popüler yayınlar üzerinden kamuya mal olan kimlik sorgulamasına (sadece Hemşince konuşanlar değil, bu dili uzun zamandır konuşmayan Hemşinliler tarafından) verilen tepkinin kaydı ve analizi için saha çalışması ve sözlü tarih mülakatları paha biçilmez değerdedir. Bir zamanlar Hıristiyan olup ihtida etmiş olma bilgisi/iddiası/ihtimali ile ilgili değişik  kuşaklardan Hemşinlilerin anlatacakları şeyler muhakkak kayda geçirilmelidir. Yine beşeri coğrafya bağlamında alt gruplarıyla birlikte  Hemşinlilerin yaşadıkları alanlar, günlük yaşamları ve üretim ilişkileri, aile, çocuk ve kadın-erkek ilişkileri ve bölgenin farklı gruplarıyla ilişkiler gibi meselelerin tarihi perspektif içinde incelenmesi için de etnografya ve sözlü tarih dışında alternatif yöntem mevcut değildir. Bugüne kadar yazılıp-çizilenlerden yola çıkarak ve kişisel enformel gözlemlere dayanarak şunu söylemek mümkündür ki Ermenice ve Hemşince konuşanlar, (iki ayrı diyalekt konuşanların her zaman yaşadığı bazı zorluklar ve farklar mevcut olsa da) genelde karşılıklı anlaşabilmektedir. Sofistike ‘dil - lehçe tartışması’na girmeden, bu bazit gerçeklikten yola çıkarak Ermenicenin bir lehçesinin söz konusu olduğunu söylemek mümkündür. Ancak bundan çok daha önemli olan, bu dil farkları ve ortaklıkları üzerinden otomatikman (etnik/ulusal) kimlik tasniflerine gitme yönündeki modernist ulusçu tutumdur ki modern kolektif kimliklerin (yani ulusal kimliklerin) tamamen bir inşa sürecinin ürünü olduğu dikkate alınınca, bu çıkarımın bir gözlem veya deskriptif analizden çok, modern bir kolektif kimliğin söylemsel inşasına katkı ve bu anlamda normatif bir tespit olduğunu söylemek mümkündür.

Bu bağlamda sözlü tarih veya etnografya çalışması yapacakların dikkate alması gereken bazı önemli hususlar ve kriterlere gelince, her şeyden önce araştırmacının Hemşince (Hemşin Ermenicesi) bilmesinin gerekliliği veya önemi tartışılmalıdır.  Bunun için de araştırmacının araştırma içindeki rolünü ele almamız gerekiyor ki bilimsel sözlü tarih veya genelde etnografya çalışmalarında güncel teorik ve metodolojik çerçevede ele alınması gereken kriterlerden biri de bununla ilgilidir: Konvansiyonel metodolojide araştırmacıya veya mülakat/görüşme yapana, yani görüşmeciye (interviewer) biçilen rol adata bir ayna olarak sahadaki gözlemlerini veya mülakat yapılandan  (interviewee) duyduklarını nesnel bir şekilde yansıtmasıdır. Postmodern dönemin sağlam eleştirileri karşısında büyük darbe alan bu naif pozitivist anlayışa göre, sahada araştırmacı (etnograf ya da sözlü tarihçi) veya mülakatta görüşmeci, asıl veya tek inisiyatif/erk sahibi olarak kendi hazırladığı araştırmada karşılaştığı anlatıları nesnel ve en doğru şekilde (olduğu gibi!) aktarmayı başardığı oranda söz konusu çalışma bilimsel nitelik kazanacaktır. Bu anlayışa göre, sahaya çıkan her nesnel araştırmacıyı bekleyen bir ‘doğru’ vardır ve ona ulaşmak için her zaman geçerli olan ‘kaynakların nesnel ve tarafsız kullanımı’ kuralı, mülakat için de geçerlidir. Oysa kaynağı insan ve yöntemi yaşamsal bir süreç üzerine kurulu olan mülakatlar bağlamında bu beklenti,  en hafif deyişle naiftir. Bu naif anlayışa göre, araştırmacı veya mülakatçının kim olduğundan (‘kim’liğinden) bağımsız olarak - hatta  onunla ortak dile sahip olup olmamasından bağımsız olarak - görüşülen kişiden aktarılacak gerçek/doğru bilgi vardır ve iyi bir araştırmacı gerekirse tercüman kullanarak bu bilgiye ulaşabilir. Bu durumda, anadili Hemşince olan veya kendini en iyi ifade ettiği dil Hemşince olan biriyle mülakatı gerçekleştiren kişinin Hemşince bilmemesi önemli bir handikap oluşturmaz, çünkü sahadaki veya mülakatta bu engel/eksiklik, bir tercüman aracılığıyla ortadan kaldırılabilir! Oysa görüşülen kişinin ne dediğini ve özellikle nasıl söylediğini, görüşmecinin kimliği, özellikleri ve mülakat sırasındaki duruşu ve davranışı (tamamen belirlemese de) etkiler.

Akademik sözlü tarih veya saha çalışmalarının önemli ayırt edici özelliklerinden biri, bu ve benzeri meseleleri sorunsallaştırması ve bunu çalışmanın metodolojik ve kuramsal çerçevesinin merkezine oturtmasıdır. Kısaca, postmodernizmin akademiye kazandırdığı hayırlı bir ‘odak çoğalması’ olarak görülebilecek olan, sahada veya mülakatta ne söylendiği kadar nasıl söylendiğinin de önemli hale gelişi, sözlü tarih ve saha çalışması sırasında mülakatlarla toplanan malzemeyi (anlatıları/metinleri) içeriğinin ötesinde değerli kılar. Elbette ‘ne’ meselesini aşırı rölativist tavırla önemsizleştiren veya anlamsızlaştıran, hepsi aynı oranda geçerli/anlamlı veya geçersiz/anlamsız anlatıların/söylemlerin/metinlerin analizine odaklanan postmodernizm tuzağına düşmemek ve bu bağlamda ‘nasıl’ı asıl mesele  sayarak gerisini sadece ‘bakış açısı’na indirgemek ve gerçek/doğru arayışından vaz geçmek doğru değildir. Ancak o güne kadar ihmal edilen bir boyut olarak ‘nasıl’ın ve bu bağlamda söylem analizinin de öneminin kabul edilmesi, büyük bir kazanımdır. İşte bu analiz için çok değerli malzemelerin (anlatıların/metinlerin) toplanması için sözlü tarih ve etnografya - mülakatlar doğru uygulanırsa - eşsiz bir araçtır. Bu aracın doğru kullanılması, (burada ele alınmayacak) mülakat teknikleriyle ilgili birikim kadar, bu konudaki teorik çerçeveye hakim olmayı da bağlıdır. Bu çerçeve içinde araştırmacının/görüşmecinin (dil bilip bilmediği gibi) özellikleriyle  ve genelde sahadaki/mülakattaki tavrı, araştırmada belirleyici rol oynamaktadır. Nitekim saha/mülakat öncesi araştırmanın tematik kavramsal, metodolojik ve kuramsal çerçevesini genel hatlarıyla çizen  araştırmacı/görüşmeci, sahada sadece ‘ayna’ rolü oynamaz; bir başka insanla (özneyle) karmaşık bir ilişki/iletişim yaşayan bir özne olarak diyalojik bir süreç yaşar ki bundan sonraki bölümde bu süreci tartışacağım.

Yine konvansiyonel saha çalışmaları metodolojisinde hakim olan ‘nesnel ve dışarıdan gözlem yapan araştırmacı’ anlayışının günümüzde hala kabul edilmesi mümkün değildir. Etnografya çalışmalarında araştırma konusu olan aktörlerin veya bilgiye ulaşılmasını sağlayacak bilgi kaynağının (informant) nasıl adlandırılması gerektiğiyle ilgili tartışma, aktörlerin araştırmadaki rollerine itiraz üzerine kurulmuş ve bu nedenle bu ilişkiye daha eleştirel yaklaşanlar tarafından ‘yerli’ (native) gibi alternatif kavramlar önerilmiştir. Aynı sorun, sözlü tarihte  mülakat/görüşme yapılan kişiye  (interviewee) verilecek kişiler için de geçerlidir ve burada da mülakat sırasında bu kişilerin rollerinin ‘mülakat yapan (görüşmeci) tarafından yönlendirilen veya onun amacı doğrultusunda araştırmaya katkı sunan aktörler’ olduğu anlayışı ve hatta bu kişilerin, araştırmacının yazdığı senaryoda kendilerine biçilmiş rolü oynadığı düşüncesi sorgulanmaktadır. Bu kişilerin bu süreçteki öznelik (özne olma) vasfına vurgu ile, aslında yaşamsal bir süreç olan mülakatlarda bu öznelerin sanıldığından daha büyük/önemli/etkili (ve hatta bazen belirleyici rol) oynadıkları kabul edilmektedir. Böylece, araştırmanın yaşamsallığı temelinde mülakat aslında özneler arasında yaşanan  bir süreç olarak görülmelidir ve bu özenelerarasılık  (intersubjectivity) ilkesinin daha araştırmanın başında kabulü, genelde saha çalışmalarına (özellikle mülakatlara) ve toplanan malzemenin analizine farklı bir nitelik kazandıracaktır. (Saha çalışması ile analizi, aynı sürecin birbirini takip eden aşamaları olarak kabul etmek yanlış olur. Analizin asıl saha çalışmasından sonra yapıldığı düşünülse de aslında analiz daha saha çalışması aşamasında başlar.)

Özenelerarasılık ilkesinin kabulü, aynı zamanda mülakat sürecini de (iki özne arasında) diyalojik (diological) bir süreç olarak kabul eder. Bu bağlamda, sürecin önemli meselelerinden biri olarak taraflar arasındaki erk/güç ilişkisi de gündeme gelir. Daha özgürlükçü veya demokrat anlayışa sahip olanların savunduğu, sahada ‘araştırmacılarla araştırılanlar arasında erk/güç paylaşımı’ olması ilkesi veya zaten sahada bunun yaşandığı inancı, araştırmanın/mülakatın  her aşamasında en az özenelerarasılık kadar dikkate alınması gereken bir konudur.  Mülakat sırasında özneler arasında bir diyalogun ve bu bağlamda zaten karşılıklılığın söz konusu olduğunu inkar etmek mümkün değildir ve bunun sağladığı görece demokratik ilişki potansiyeli takdir edilmelidir. Ancak bu ilişkinin eşitlik üzerine kurulu olduğu (veya sahada eşitlikçi güç/erk ilişkilerinin söz konusu olduğu) yanılsamasından veya yanıltmasından kaçınmak gerekir: Kabul etmek gerekir ki bir diyalektik süreç olarak mülakat, başından araştırmayı planlamış/amaçlamış kişinin veya ekibin inisiyatifi veya inisiyatif üstünlüğü ile gerçekleştirilir. Bir performans olarak görülebilecek mülakat sırasında erk ilişkisi oldukça karmaşık bir mesele olsa da mülakat (performans) öncesinde veya sonrasında, yani çalışmanın tamamında araştırmacının/görüşmecinin gücü (erk üstünlüğü) inkar edilemez. (Mülakatların aynı zamanda [en az iki kişilik] bir performans olarak düşünülmesi ve bu bağlamda tartışılması, genelde etnografya ve sözlü tarih çalışmalarının daha rafine ve sofistike bir şekilde ele alınmasına yardımcı olacaktır.) Aslında bazen sahici olmayan bir mütevazılıkla veya eşitlikçilik yanılgısıyla bu gücün veya üstünlüğün varlığını (en başta kendimize olmak üzere) inkar etmemiz,  tam tersine ilişkideki gücümüzü dolaylı sergilemenin veya tadını çıkarmanın yöntemi  olabilir! İyi niyetli hereksin düşebileceği bu tuzağa karşı en büyük çözüm, kendimize ve karşımızdakine karşı samimiyettir: Süreçte herkesin rolü ve bu bağlamda güç ilişkileri konusunda samimi olmak ve projenin sahibi veya çalışanı olarak sahip olduğumuz avantajlar veya olanakları kabullenmek en doğrusudur...

Akademik çalışma için sahaya çıkarken veya sözlü tarih mülakatları gerçekleştirirken kendi yargılarımızın, tabularımızın ve niyetlerimizin farkında olma ve bu konu üzerine sürekli düşünme anlamında düşünümsellik (reflexivity) ve çalıştığımız konu karşısında ve proje içinde veya grup içinde kendi konumumuz hakkında sürekli duyarlılık anlamında  özdüşünümsellik (self-reflexivity) bir başka önemli ilke veya bilimsellik için önemli bir kriter olarak kabul edilmelidir. Bu sayede, sahada karşılaşılan, araştırmacının işine gelmeyen veya beklenilmeyen anlatılara karşı kulaklarımız, kafamız ve yüreğimiz daha açık olacaktır. Hemşinliler örneğinde bu sorunla, anadilleri Hemşince olsa da bazı insanların kendilerini ‘özbeöz Türk’ olarak görmeleri ve sunmaları bağlamında karşılabilir. Hemşin sözcüğünden başlamak üzere efsaneler üzerine kurulu farklı anlatılardan bazıları sahada karşımıza kesin bilgi olarak çıkabilir. Özellikle son yüzyılın resmi anlatılarının eğitim ve son zamanlarda medya aracılığıyla toplumun kılcal damarlarına kadar işlemiş olması, kuşaklar boyu aktarılmış olan ve toplumsal/kolektif hafızada halen mevcut olan bilgilerle çelişen bu bilgilerin (belki mülakat sırasında mikrofona konuşuluyor olmasının yol açtığı resmi veya kamusal platform algısı nedeniyle) araştırmacıya sunulmasına yol açabilir. Burada hemen bir başka teorik ve metodolojik sorun olarak bireysel/biyografik ve toplumsal/kolektif versiyonlarıyla hafıza ve bu bağlamda kuşaklararası aktarım, görgü tanıklığı, sözlü kültür/gelenek gibi meseleler gündeme gelmektedir ki araştırmacıların  bu konularda mümkün olduğunca donanımlı sahaya çıkması gerekir. Hemşinliler üzerine yapılacak çalışmada, özellikle Hemşince konuşmayan (daha batıdaki) Hemşinliler ile Hemşince bilen ve Hristiyanlıktan ihtida konusunda toplumsal/kolektif hafızada daha canlı/açık unsurlar bulunan (daha doğuda yaşayan) Hemşinliler arasındaki farklar ile bu grupların aralarındaki ilişkiye odaklanırken, bu ilke ve kriterlerin dikkate alınması çok önemlidir.

Bu bağlamda, sözlü tarih aracılığıyla ulaşılan/toplanan her anlatının (doğru olup olmamasının ötesinde) özellikle söylem analizi için çok değerli ‘malzeme’ olabileceği unutulmamalıdır. Elbette geleneğin icadı, siyasi manipülasyon için tarihin (kötüye) kullanımı ve mitleştirme gibi sorunları ve araştırmacının kendi doğrularını ihmal etmeden, hem kaynakları hem de sürekli yeniden üretim mekanizmalarıyla herhangi bir söylemin analizi, toplumsal incelemelerde önemli olanaklar sunabilir...

Bu çerçevede önemli bir sorun da 1990lar sonrasında başlayan ve özellikle genç kuşak Hemşinliler arasında yaygınlaşan alternatif tarih arayışının, zamanla alternatif ‘resmi’ tarih anlatılarına yol açma ihtimalidir. Kolektif kimliklerin söylemsel inşa süreçlerinde her zaman görülen ve Osmanlı’nın son dönemlerinde farklı etnik gruplar arasında karşımıza çıkan mekanizmaların, 1990lar sonrasında birçok azınlık grup arasında gündeme geldiği bilinmektedir. Bu süreçte icat edilmiş geleneklerin, yeni mitleştirmelerin ve doğruluğundan henüz emin olmadığımız bilgilerin, popüler yayınlar aracılığıyla  bazı Hemşinliler arasında yaygınlaşmış olma ihtimali ve sahada bunların kolektif hafızaya ait ‘otantik’ bilgi gibi sunulması da önemli bir handikaptır.

Hafıza bağlamında dikkatle ele alınması gereken bir sorun da travma meselesi (‘travma sonrası toplumların kolektif hafızası’) ve geçmişle yüzleşme/hesaplaşma (neden ve nasıl) sorunudur ki Hemşinliler bağlamında bu sorunun ne kadar önemli olduğundan emin değilim.


Sonuç olarak


Tarihlerini merak eden Hemşinlilerin ve onların tarihlerini öğrenmek isteyen gayri-Hemşinlilerin kaçınılmaz olarak başvurması gerekecek sözlü tarih ve bugün Hemşinlileri tüm yönleriyle tanı(t)mak isteyenlerin gerçekleştirmesi gereken saha çalışması, sadece konvansiyonel kaynaklarda bulunmayacak bilgilere ulaşmamızı sağlayacak bilgiye erişmek için değil, ‘içeriden’ bir bakıştan haberdar olmak veya bugüne kadar bastırılan veya duymazlıktan gelinen Hemşinlilerin kendi sesini duymak ve anlamak için de zorunludur. Etnografya ve özellikle sözlü tarih denilince bugün kamuoyunda anlaşılan her türlü mülakat ve ona dayalı çalışma (belgesel film, röportaj, popüler araştırma, vs.) bu konuda çok değerlidir; ancak sağlıklı bilgi birikimi için bu yazıda dile getirilen sorun ve kriterlerden yola çıkan akademik sözlü tarih ve saha çalışmalarının sayısının da artması elzemdir...

Bülent Bilmez (İstanbul Bilgi Üniversitesi, Prof.)
Gor Dergisi Sayı 4 Bahar 2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder