1868’de Doğu Karadeniz’e gelip burada beş yıl kalan İngiliz konsolosu
W.Pelgrave, Hemşinlilerin ‘Ayı Avcıları’ olarak tanındıklarını ve genellikle
silahlı olduklarını yazmıştır ki bir bakıma bu bugün de geçerlidir. Yaşanan
olaylar yalnızca insanların değil ayılarında insanları avladıkları hatta bazen
onları afiyetle yediklerini de gösteriyor;
İsmail’i ayuyedii !
ismail’iayuyediiiii !
Hahonç’da bu çığlıklar 1950’li yıllarda duyulacaktır. Yunusler’un İsmail’i
ayı gerçektende yemiş bitirmiştir. Karakaş Saadet (d.1940) on yaşlarında bir
çocuk iken bu çığlıkları duyduğunu ve
köylülerin silahlarını kuşandıktan sonra koşarak İsmail’i aramaya
gittiklerini çok iyi hatırlıyor. İsmail ne yazık ki şehit düşmüştür. Bu
tarihten sonra ayılar Hahonç’tan kimseyi yememiştir ama bir ayı, Peçon Niyazi’yi fena tartaklamış, belki de
İsmail’den daha beter bir hale sokmuştur.
Yetumoğli Ahmet’in (d.1955) anlattığına göre, Hulusi ile Niyazi bir kış
sabahı karlı bir havada alafa giderler; ormanın derinliklerinde ilerlerken Niyazi
birdenbire bir ayının inine girdiğini ve ayıyla neredeyse burun buruna
geldiğini farkeder. Ayı, bu haddini bilmez adamın kendisini derin uykusundan
uyandırdığı için -belki de karakış
ortasında Allah’ın ayağına gönderdiği nimeti geri çevirmemek içindir- ayağa kalkmış, Niyazi’nın üzerine yürümüş ve
derhal bir pençe atarak Niyazi’nın saçlarını başının derisiyle birlikte yüzmüş,
koparmış ve bir kenara atmıştır. Niyazi ve ayı karların içinde boğuşarakgözden
kaybolurken Hulusi orada adeta korkudan donakalmıştır; çok geçmeden Niyazi ile
meşgul olan ayının kendisini unuttuğunu hatta pek de farkedemediğini anlamış,
derin bir nefes alarak Hasan’ı kaderiyle başbaşa bırakmışoradan sessizce sıvışarak köyün
yolunu tutmuştur. Köye vardığında derhal köyün önde gelen şahsiyetlerinden
Muhtaroğli Mahmut’un evine gitmiş ve ona
şöyle söylemiştir;
- Mahmut, bizum Niyazi’yi ayu yedi!
Muhtaroğlu Mahmut Hulusi’ye inanmak istemeyince Hulusi’ın Niyazi’nin ‘başının postini’ ona göstererek şöyle
der;
- Bağa inonmeyisen aha bak Niyazi’nun
başinin postini da aldum geturdum
Niyazi’nin başının ‘postini’ inceleyen
Mahmut şaşkınlıkla şöyle der ;
- Bu hekisetten da bizum Niyazi’un başinun
postidur.
Haberi aldığında çorbasını içmekte olan Muhtaroğli Mahmut, ‘posti’ görüp de işin ciddiyetinin
farkına vardığında derhal tüfeğini
kuşanıp Hasan’ın yardımına koşması gerekirken, epeyce bir korku ve paniğe
kapılmış olacak ki işi ağırdan almak istemiş ve bugün bile köylülerin anlatıp
güldüğü şu yanıtı vermiştir;
- Habu çorbomi içup biturmeden hiç bi
yere gidemem!
Muhtaroğli Mahmut’un eşi Seniye ise, kızı Fatime (d.1930) henüz küçük bir
çocuk iken, yaylada ineklerin çok sevdiği bir ot olan zermex biçmeye gitmiş, kimselerin olmadığı ıssız bir yerden
geçerken bir de ne görsün karşısına bir ayı çıkıvermiş!; ‘yolinun ortasine iki puğarun yonine ayu otureymiş’.Seniye çok
korkmuş, bir müddet kımıldamadan kalakalmış, çok geçmeden belki ikna olur diye
ayıyla konuşmaya karar vermiş, o zamanlar yetişkin bir kadın olan Seniye
aslında ayıya düpedüz yalvarmaya başlamış ;
kalkta ben geçeyim
ben senden çok korkarom,
onom yok babom yok ben yetumim
berak beni geçeyim, ben senden
çok korkarom
n’alur kalkta ben geçeyim, berak
beni gideyim!
Seniye’nin anlattığına göre, rahatsız edildiğinden dolayı ayı gerçekten çok
kızmış, burnundan soluyormuş; ayağa kalkmış, kendi kendine konuşmaya ‘met metuş etmağa başlomiş’ ama Seniye’nin dramatik hikayesinden çok
etkilenmiş olacak ki ona dokunmamış biraz ilerleyerek yolun üst tarafına geçmiş ve tekrar yere oturmuş. Öfkeyle
gözlerini Seniye’nin üzerine dikerek geçmesine izin vermiş. Seniye birkaç ürkek
adım attıktan sonra evine doğru can havliyle koşmaya başlamış.
Seniye çok şanslıymış. Ayı Seniye’nin anlattığı bu dokunaklı hikayeye
gerçekten inandı mı bunu bilmiyoruz, bildiğimiz bir şey varsa oda Hemşin
ayılarının kadınlara her zaman bu kadar müsamahakar ve merhametli
davranmadığıdır. Ayı eşref saatinde değilse vahim sonuçlara katlanmak
durumundaydılar. Ayılar bazen ellerine geçirdikleri kadınları fena halde
tekmeler, tartaklar, dövermiş. Bazen de onlarla kedilerin farelerle oynadığı
gibi sadistçe oyunlar oynarmış. Puncukci Nurhone’nin (d.1933) eskilerden
aktardığı bir hikaye vardır ki bunun gerçek olduğundan kuşku duyulamaz; bir
bahar ayında, sebebini bilmediğimiz bir nedenden ötürü sinirleri iyice gerilmiş
bir ayı, karşısında birdenbire bir kadının çıktığını görür ve bu fırsatı çok
iyi değerlendirir ; kadını derhal yakalar, önce fena bir pataklar daha sonra
yatırır ve üstünü çalı çırpıyla örter, kadının korkudan dili tutulur ve
yerinden kıpırdayamaz, her kımıldadığında ise ayı gelip çalıların üzerine
kuvvetle basar kadına işkence edermiş, sonra da kadının üzerine daha fazla çalı
çırpı koyarmış. Sonra gidip yerinde oturur kadının hareketlerini gözlermiş. Hareket
ettiğinde işkencenin ve üzerinde biriken çalı yığınının artacağını korkan kadın
kıpırtısız durmak zorunda kalırmış.
Peki ya köylülerin eline düşen ayılar?
Peçon Bekir’in (d.1952) çocukluğunda yaşadığı bir olay bu konuda bize ışık
tutuyor. İdrisler’un Osman’nın kurduğu tuzağa düşen bir ayının yanında iki tane
de yavrusu vardır, ayının feryatlarını duyan köylüler tüfeklerini alıp ayının
yanına koşarlar ;
İdrislerun Osmon bitone ayuyi kapone
duşurmişti. Sora aldile tufeği gittuk ayunun yonine. Tufeği uğa tuttuk
onladi, sindi aşağa elleriylen yuzini
kapadı, ağlomağa başladi. Vurdik uni. Ayunun iki tone da kotiti varidi. Unleri aldi
geldile eve. Bağladiler kotitleri. Sora unlerle oynadiler, lazut verdile, baktile ki lazuti nase yeyi. Sora başlerine bi
kaç doğdi vurdile gebertile uzattile yere!
Köylülerimizin yabani hayvanlara bakışı, Darwinyen diyebileceğimiz bir
tarzda çok sert, haşin ve pek şiddetlidir. Mısır tarlalarını talan eden ayılara
ve yaban domuzlarına karşı hoşgörü asla
söz konusu değildir. Ayıların köylülerin kovanlarındaki ballarına ve
birbirinden lezzetli armutlarına pek düşkün olduklarını bilmeyen yoktur; bu
nimetleri ellerine geçirdiklerinde onlardan alabildiğine faydalandıkları gibi,
aşağıda görüleceği üzere, keyiften horon oynadıklarını köylüler çok iyi bilir.
Bu yüzden, bu ayılar yakayı ele verdiklerinde horon oynama sırasının haklı
olarak köylülere geçtiğini düşünmektedirler. Ayının yavrularına da (kotit) asla
merhamet söz konusu olamaz; önce onlarla oynarlar, eğlenir gülerler sonra da ‘başlerine bi kaç doğdi’ vurup
öldürürler.
Bu durum 1995 yılında da farklı
değildi. Bir farkla, bu tarihte hiç kimse, eskiden olduğu gibi geceyi ayı ve
domuz nöbeti için ‘kalev’lerde geçirmek zorunda değildi. Çayırların
etrafına çevrilen dikenli tellere elektrik veriliyordu. İki günlük kısa ziyaretimde,
bir sabah bütün köyün heyecan ve sevinçten adeta çığlık çığlığa uyandığına
tanık oldum. Birçok köylümüz “ayuler gibi
bögürerek” Cevitli’de bulunan bir çayıra doğru koşuyordu. Ne olup bittiğini
anlamak için ben de çocuklarla birlikte oraya doğru koştum. Bir bayram havası
vardı. Çayıra iyice yaklaştığımda dikenli tellere takılarak can vermiş oldukça
büyük bir ayı gördüm. Ayının burnu kanamış, karnı göze batacak şekilde
şişmişti, kan burnunda kurumuş, etrafında sinekler uçuşuyordu. Bu sevincin
kaynağı yeni öldüğü anlaşılan işte bu ayıydı. Çocuklar sevinç kahkahaları atarak
ayının yanına gidiyor, karnına tekme atıyor, kulaklarıyla oynuyorlardı.
Büyükler ise çocukların taşkınlıklarına bakıp gülümsüyorlardı. Yapılacak bir
şey yoktu, ben de gülümsediğimi fark ettim, yine de çocuklara ‘tekme atmayın
günah’ dedim sanırım. Büyüklere, ‘Ayıya ne yapacaksınız!’ diye sorduğumda çok
gerçekçiydiler;
‘ne edenik, yuvarliyenik ha bureden
aşağa da!’
Köy halkı ve çocuklar için bu ayı ne bir Ayı Yogi (Yogi Bear) ne de Oyuncak
Ayı (Teddy Bear) idi. Aslında o, J.J.Annaud’a aynı adlı filminde gördüğümüz
ayıya çok benziyordu; ama o köylülere yönetmene göründüğü gibi romantik bir
tarzda değil, sanırım daha çok antropologların bahsetmeyi sevdiği öldürülen bir
totem hayvanı gibi görünüyordu.
Bu bağlamda Trabzon’lu rahip P. Minas Bijişkyan’dan bir alıntı yapmanın tam
zamanı. Bijişkyan 1817-18 yıllarında Hemşin’e gelir ve Ermenilerle, Müslümanların
ziyaret ettikleri Haçikar adında bir manastırdan söz eder ;
Burada gerek Ermeni ve gerek Müslümanların
rağbet ettikleri bir ziyaretgah olan Haçikar adında bir manastır vardır.
Manastır binasının yanında büyük bir çan bulunur. Bundan başka, orada,
ziyaretgah olarak çok rağbet edilen bir ayı mezarı vardır. Mezarın üzerinde,
aynı ayının manastıra on iki sene sadıkane hizmet etmiş olduğu yazılıdır ve cahil
Ermeni ve Müslüman halk, hayvanın ölüm yıldönümü gününde gidip dua eder (Bıjışkyan 1818).
Eğer Bijişkyan’ın bu söylediklerini doğru kabul edecek olursak, ayının
Hemşinli’lerin imgelemindeki yeri daha da açıklık kazanır; bu ‘Ayı Avcıları’
ayıları acımasızca katlettikleri gibi onlara bir kutsallık halesi de bahşetmişlerdir, onları birer aziz yahut
evliya mertebesine yükseltmişlerdir. Bu evliya ayıların büyük bir olasılıkla
İslam ve Hristiyanlık öncesi inanışlarda daha merkezi bir yeri vardı; fakat Hristiyanlığın
zuhuru ile bu ayılar ‘manastıra on iki
sene sadıkana hizmet’ edebilecek kadar Hristiyanlaşmışlardı. Kuşkusuz
Bijişkyan 19. yüzyıl aydınlarının o snob/oryantalist tavrı ile Hemşinlileri ‘cahil’ olarak adlandırarak halt etmiş,
kendi ‘cehlini’ açığa vurmuştur. Yine
de Hemşinliler’in evliya mezarlarını ziyaret ettiklerinde insan ya da ayı ayırt
etmeksizin gösterdikleri ihtiram ve saygının deruni bilgeliğini bugün bile
idrak edebileceklerin sayısınınaz olduğunu düşünürsek Trabzonlu rahibi hoş görmemiz
mümkündür. Ayı deyip geçmeyin, öyle anlaşılıyor ki bu oldukça akıllı, zeki ve
dindar Hemşinli ayılar, yalnızca ‘ayı milleti’nin değil kiliselere ve
camilere giden inançlı insanların da sevgisini
kazanmışlardı; bir yandan onların ballarını, armutlarını, mısırlarını
yerken öte yandan da bol bol hayır dualarını almanın yolunu bulmuşlardı, böylece
hem sevap kazanıyor hem deekosisteme haylice katkı sağlamış oluyorlardı.
Allahonlardan razı olsun.
Ayılarla insanların işbirliği içine girdikleri de vakidir. ‘Arka derede’ komşu köylerden bir
tanesinde, ayılarla dostluk kuran yaşlı bir kadın, ayının sırtına binip
bahçelerdeki ekini ona gizlice yediriyormuş. Topal İsmail bu ayıyı öldürmek
istediğinde yanlışlıkla ayıyı değil kadını bacağından vurmuş. Karakaş Tahsin’in
torunu Hevva (d.1952) bu olayı şöyle anlatıyor ;
Alti yoni oturen kocakari gece bi
ayuye bineyi gelup bağçiye ekini uğa yedureyi miş. Topal İsmail kollomiş akşomden
ayuyi vureceğimiş tutturememiş oma kocakariyi bacağinden vurmiş. Derle ki buni kureyle
olmiş iş değil derle.
Ayrıca elimizde bulunan belgeler, ayıların Hemşin edebiyatınin gelişmesine de
önemli katkılarda bulunduğunu ortaya koyuyor (Puncukci Fahri d.1922). Ayılar,
yörede yazılan bazı destanların esasoğlanları, baş aktörleridir. Aşağıdaki
destan, Marian Engel’in ‘Ayı’ adlı romanı ve William Walton’un aynı adlı
operasıyla birlikte ayı edebiyatının 20 yy. önemli temsilcilerinden biri
sayılmalıdır. Burada Başköy’lu şair Muhammed Temur’un (1901-1981) bir destanından
söz edeceğiz. Mısır tarlasına küçük bir kuzu ile giren ineği ‘Ayu ilen kotiti’ (Ayı ile yavrusu) zanneden bir
köylü alelacele tüfeğini alarak hayvanları yaylım ateşine tutar ve ineği
öldürür, kuzu kurşun yağmurundan yakasını tesadüfen kurtarır. Bu dalgınlığı ve
dikkatsizliği yüzünden telef olunup giden ineğin hal-i pür melali aynı köyde
yaşayan şairimizi fena halde dertlendirir, şairimiz kalemi eline alarak bu
vakayı, onun sorumluları ve kahramanlarını kıyamete kadar belleklere nakşedecek
bir destan yazmaya başlar;
Başladum yazmağa kalemi aldum
Duşendum inceden efkare daldum
Geçen gün Başköy’den bir haber
aldum
Seğeri vurmişler ayudur deyi
Burada kuşkusuz bütün suç eli ayağına dolaşan, şaşkın köylünün değildir.
inek de suçludur, ince düşünen şairimiz
bu detayı ihmal etmez ;
Seğerde kabahat vardi farazi
Girmişti tarliye akşom nemazi
Çok doğru! Akşam namazında bu münasebetsiz ineğin mısır tarlasında ne işi
olabilirdi ki? Ama yine de asıl kabahat tetiği çekendedir ve şairimiz lafını
hiç esirgemeyecektir ;
İnsonlerun eşek olur bazisi
Fark edemez nedur görduği şeyi
Kuzunun kurtuluşu şairimizin teselli kaynağıdır, buna çok sevinmiştir ;
Kuzi seğerun yonine gitti
Ayunun kotiti vardur zonnetti
Vurmak istemişti cephone bitti
Nasilki yecekti kucuk bebeği
Bu destanı yazılış nedenini de ince fikirli şairimiz şöyle dile getirir ;
Yazmak istemezdum şimdi bu halde
Ne yapeyim mızrak durmaz çuvalde
Yazmasom kalurom belki vebalde
Şair olan yazar böyle her şeyi
Elbette şairler sorumludur, mızrak çuvalda hakikaten durmaz, kanayan sosyal
yaraları şairler dile getirmelidir, yoksa bunun vebalini taşımak pek kolay
olmayacaktır. Bu güzel mısralar ayılara neler borçlu olduğumuzu daha iyi anlamamızı sağlıyor.
En çok Kuzey Asya ve Kuzey Amerika yerlilerinin inançlarında karşımıza
çıkan ayılar, bugün Bern, Berlin gibi Avrupa’nın önemli kentlerinin sembolleri
olarak da karşımıza çıkıyorlar ki bunun Avrupa’nın yerlileri olan Kelt’lerin Ayı Tanrıçası Artio’yu köken almakta olduğu bilinmektedir. Bu şu anlama gelir;
ayılar yalnızca Hemşin’de değil, eskiden olduğu gibi günümüz Avrupası’nda
da ağırlıklarını koymaktadırlar. Hatta ayılara duyulan saygının bir göstergesi
olarak birçok Türk boyunda ayıya amca, dayı ve hatta baba diye
seslenilmektedir. Bu kültürlerde de tıpkı günümüz Anadolusu’nda olduğu gibi ayıların genç kızları kaçırdığına
dair hikayeler de yaygındır.
Senozluların iyi bildiği bu türkü Hemşinli bir ayı şair tarafından
söylenmiştir. Bu ayı köyden bir kız kaçırmış ve onunla evlenmiştir, bütün
köylüler kızlarının perilere karıştığını düşünürken nedendir bilinmez ayı, tam
yedi yıl sonra kızı köyüne geri götürmeye karar vermiştir. Köylüler kızlarını
görünce çok sevinmiş ve ayıya minnettar kalmışlardır. Ayı ise büyük bir keyifle
bütün köylülerin önünde saatlerce horon oynamış ve türkü söylemiştir. Bu
türkülerden yalnızca iki mısra hatırlanıyor ;
Yedi sene ustine geturdum kizunuzi
Çikun kapiye bakun tuyli eniştenuzi
Horon oynayan Karadenizlilere özellikle Hemşinlilere biraz da buradan
bakmak ufuk açıcı olabilir.
Ayılara takılan bu kutsallık halesi olmasaydı Hemşinliler insanlara ‘Ayu’ lakabını takmaktan imtina
ederlerdi. Oysa Hemşin’de ‘Ayu Hamza, Ayu
Muhiddin’ diye anılan insanlarla tanıştım ve onların bu lakabı gururla
taşıdıklarını farkettim ki bu genellikle ‘kolli
kuvvetli’ ve esrarengiz insanlara verilen bir lakaptır, bunun da
Hemşinliler için kutsal bir değere işaret ettiği kesindir ‘Ayu’ sözcüğü yalnızca övgü için değil yergi içinde
kullanılmaktadır. Çok garip bir durumdur bu, öyle anlaşılıyor ki Hemşin’de (belki
de bütün Anadolu’da) bir insanı göklere
çıkarmak yada yerin dibine batırmak istenirse ona kısaca ‘Ayı’ diyebilirsiniz.
Buda, eskiler için ayının bir bakıma totem hayvanı olduğu yönündeki tezimizi
kuvvetlendirmektedir (Freud, totem hayvanların insanlarda yoğun ‘ambivalans’
duyguları uyandırdığından söz etmiştir).
1930’lu yıllarda Senoz’da geçen bir anekdotla ayulara veda edeceğiz. Çayeli’nin
yukarı kesimlerinde Senozlu Hemşinliler, aşağı bölgelerinde ise Senozluların
Horum diye adlandırdıkları insanlar oturur. Sahile yakın ‘Horum’ köylerinden biri olan Havira’da yaşayan şair Ahmet Geniş,
Hahonç’lu şair Yakuplerun Halid ile bir düğünde karşılaştıklarında Senozlu’lara,
Hemşin kökenli oldukları için midir yoksa yükseklerde yaşadıkları için midir
bilinmezbir atma türkü bahane ederek fena sataşmıştır ;
Siz kada adom olur yali görmiyen yali
Beyinmisiz dağlere sade kermisiz çali
Bu da ne demek oluyor? Gürgenli (d.1925) başka bazı yaşlı Senoz’lular gibi,
‘sade kermisiz çali’ (sadece çalı
kırmışsınız) sözlerini şerh ederken şairin Senozlu’ları açıkça ‘Ayu’lara benzettiği görüşündedir. ‘Çünki’ diyor Gürgenli ‘ayuler armut ağacine çikarken dalleri kerarler,
bida dağlerde komar çaliluklerinun ustine
gezerken, çaliler ha boyle eyeklerinun altine xeç xeç kerelur’. Pes
doğrusu!
Yakuplerun Halid bu tarizlere Senozlu’lara yakışan bir karşılık vererek
atışmadan yüzünün akıyla çıkmıştır;
Dilleri bulbul olmiş hapsi yemiş
tavali
Gelmiş kime taş atar Havira’nun çakali
İstonbolden mi geldun sen da bi Havirali
-------------------------
İsmail Akyıldız
Gor Dergisi Sayı 4 Bahar 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder