Dağlara buğday taneleri gibi saçılmış yüksek yaylalardan birinde, yarı karanlık bir öğleden sonrası idi. Yer; dumanı gelmiş, gri örtüsünü dünyaya sermişti. Yeryüzündeki her şeyin üzerine giydiği bir uğursuz giysi gibiydi. Aydınlık olması gereken gün kalın sisin ardında hüzünlü bir esarete teslim oldu. Dumandan önce göze görünen her bir nesne yok olup silindi. Her bir insan görünmez oldu. Her bir dağ eriyip bitti. Her bir ağaç hatırlamanın dahi zor olduğu yalan yanlış bir anıya devrildi. Her şey yalnızca sesiyle var oldu. Derenin çağıltısı, kuşun çığlığı, ineğin çanı ve insanların şarkıları.
Elinde boyundan
uzun bir sopa, üzerinde yıpranmış bir yağmurluk, aklında vartevor türküleri ile
taze genç bir oğlan, dereyi soluna alarak vadinin yukarılarına tırmandı.
Ardında bıraktığı yayla evleri ile içlerinde yaşayanların sesleri solarken,
vadinin uzak yamaçları duyulur oldu yürüyüşünde. Dumanın içinde neredeyse
yalnız kendi ayaklarını görebildi. Bir adım sonrasını belki ama daha fazlasını
değil. Yeşil bir kainatın içine kıvrımlı gülümsemeler kondurmuş, insan ve
hayvan adımlarıyla derinleşmiş, sık çise ve bitmeyen yağmurla gevşemiş,
çiçeklerle süslenmiş yüzlerce yılın patikalarından ilerledi. Uzağında, sağında
solunda çınlayan inek çanlarını duyunca aniden duruyor, sesin geldiği yöne
doğru rotasını değiştiriyor, ulaştığı hayvanların kendininkiler olmadığını
anlayınca, hayal kırıklığıyla yola devam ediyordu. Evin küçük çobanı, genç ve
cesur yaylacısıydı. Yaşlı ninesi ile yaşadığı yaylanın yaz zamanlarında, sabahları
hayvanları bozup vadinin gür otlu yükseltilerine doğru sürmek, akşama doğru da
gidip otladıkları bir kaç muhtemel bölgenin birinden alıp getirmek ona
düşüyordu. Gün ışık, aydınlık vakitlere de karanlık fırtınalı korkulara da
böyle dumanlı tekinsiz vaziyetlere de aşinaydı. İneklerini alıp geri, eve
götürecekti her günkü gibi. Burada değilse bile, şu bayırda, orada değilse bile
şu sırtın ardındaydılar. Uzakları devinen griliklerine hapsedip göstermiyordu
duman ama adımları gözleri kadar iyi görürdü böyle bir vakitte.
Zaman geçtikçe
içini sıkan tek değişiklik, ıslak ayaklarından kaynaklanır oldu. Kara
lastiklerin içinde, üzerlerinde hiçbirşey yokmuşçasına su içindeydi ayakları.
Çıplakmış ve bir gölün içinde çırpınıyormuşçasına ıslaktı. Uzamaya başlayan otların
arasından bir sonrası için çıkardığı adımlardan her biri bir öncekinden daha
ağırdı. Yün çorapları suyu çekiyor, lastik çarıklarının içinden su kabarcıkları
fışkırıyordu. Sık çise tabiatı incecik serpintilerle yalıyor, ormana renk,
ağaca can suyu, yayla çocuklarına da ıslak çoraplar veriyordu. Mühim değildi
ama hiçbiri. İneklerle eve döndüğünde pilita yanıyor olacaktı. Çoraplarını
değiştirip, iyice kurulandıktan sonra ninesinin yaptığı taze tereyağını taze
ekmeğe sürecekti. Ayaklarını yanan odunlara uzatacak, saç diplerine kadar
ısınırken ninesinin ‘Oğul, sen bana bir arkadaşsen, Allah razi olsun, Allah bin
dal etsun’ övgüleri arasında temiz kokulu uykulara dalacaktı.
Alışkın olduğu bu alacakaranlığın içinde kendi kendine gülümserken, tanıdık olduğunu düşündüğü bir çan duydu. Yeniden patikadan çıkıp sese doğru yürürken, bir alie ferdine seslenir gibi seslendi dumanın uzaklarına doğru; “Gel Nazarboz, gel kezum…” Ardında bıraktığı derenin müziği kulaklarında inceliverirken sisin içinde beliren yarı görünür şekillere doğru ilerledi ve sevinçle ‘bunlar bizimkiler’ diye düşündü. Geviş getiren sakinlikleri ve boyunlarının ince hareketiyle müziklenen çanları ile iki inek tembelce deviniyor, oğlanı görür görmez kalkmaya niyetleniyordu. Oğlan arkada inekler önde, biraz önceki uzun yürüyüşün tersi istimatinde yola koyuldular.
Kirpiklerine kadar sirayet eden ince yağmura aldırmadan gülümsedi.
Kendisine verilen işi yapmıştı yine. Hem de bu kara dumanın içinde, eliyle
koymuş gibi bulmuştu hayvanlarını. Yaylaya bir fatih edasıyla girecek, yaşı
geçkin kadınların, kendi torunlarında görememekten hayıflandıkları eski zaman
adamlarına has bir olgunlukla görevini yapmış olmanın, işe yaramanın gururuyla
övünecekti. Sonra da güneşli bir güne uyanmanın hayaliyle dalacaktı uykuya…
Sisin içinde değişen sesler, kendi ismi gibi çalınır insanın kulağına. Her
yaylacı bilir böyle anları. Rüzgarın dereyle, dağın dumanla birlik olup kurduğu
muzip bir korodur bu işi eden. Tabiatın alışıldık fısıltıları içinden isminin
sesi apansız yükseldiğinde adamın aklı gider. O kısacık anda merak, korku ve
rahatlama yük katarları gibi ardı ardına seyreder zihinde. Uykuya dalacak anda
da olur bu bazen. Bir dehlize düşerken, uyanıklığn son zerresinde ismi çalınır
insanın kulağına. Mühim bir denilecek varmış gibi kaygılı, öfkeli ve tek nefes.
İşten, yürüyüşten, uykudan alıkomaz insanı ya, kısacık bir tedirginliğin, bıçak
keskinliğinde bir iç burkulmasının tatsız anısı kalır yadigar. Denilecek olanın
sonrası duyulmaz. İsim havada asılı kalır, fısıltılar arasında kaybolur gider
sonrası.
Bundan ki ‘Ömer’ diye seslenildiğinde önce dönüp bakmadı. Kısacık bir
sıçradı ama içi. Bilge bir gülümseme ile bir ‘Hey Allah’ geçti içinden. Kaç kez
olmuş olursa olsun evvelce, her seferinde böyle irkilmesine bir parça bozulurak
ağır ve ıslak yürüyüşünü sürdürmeye niyetlendi. Çan sesleri ve ona uydurdukları
adımlarıyla eve giden yolu kendilerinin de bulacağını bildiği ineklerine doğru
seyirtti. Elindeki sopanın bir kaç dürtüşüyle hızlandırdı hayvanları.
Korkmamıştı ama bir parça daha erken varmak isteğiyle doldu içi. Sık çise
yerini iri damlalı ve işin tadını kaçıracak yağmura bırakacak gibiydi.
Islanmaktan dahi ağır olurdu o vakit derdi.
‘Ömer’ diye çınladı kulağı yeniden. Durdu bu kez. Kayıtsız kalınacak bir
yanılgı değildi ki bu. Düpedüz adıyla çağırmıştı bir kadın. Belki bir adam.
Belki ikisi birden. Vakti fark etmeden çok geç edince aramaya gelmiş
olmasınlardı. Kendince çok gece kalmamıştı kalmamasına ama belki bu kara
dumanın içinde hayallere içinde yüzerken, kimbilir… Yahut da başka çobanlar ile
kesişmişti yolu. Dumanın içinde olduğunu bilen ama kendini göremeyen akranları
sesleniyordu ona. Belki biri ikisi birden korkutmayı istiyorlardı onu. Yayla
çocuklarının birbirine böyle şakalar yapması olağandı. Kendine de yapılmış
kendi de yapmıştı çok kereler. Aklına yattı. İnekler ağır tempolarıyla yaylaya
doğru yalpalamayı sürdürürlerken, ‘Yolu biliyorlar zaten’ diye geçirdi içinden.
‘Bir bakayım, yetişirim nasılsa…’
Patikadan çıkıp sesin geldiği hafif eğimli yamaca doğru tırmandı bir kaç
adım. Sisin içinde ışığını kaybedince solgun bir yeşile bezenmişti yeryüzü.
Papatyalar, eğri çiçekleri, kozmancuklar, çisenin omuzlarına vurduğu
damlalardan oluşan yüklerin altında boyun bükmüştü. Tüm dünya ıpıslaktı.
Daracık bir görüş imkanının içinde alaca bulaca dumanın içine seslendi: ‘Olo
kimsiz!” Tetikte duruyor, gri tuzakların içinden sıçrayarak üzerine atlayacak
ve kahkahalarla gülecek dostlarını gergin bir gülümseyişle bekliyordu. Yalnız
ne şakacı çocuklar, ne de tanıdık köylüler görünmedi. Yanıbaşındaymış gibi
yakın ama çok ta uzak bir ‘Ömer’ daha duyunca ıslak kıyafetlerinin içinde buz
tuttu yüreği. Bu başka bir iş idi. Nasıl olmuş ta böyle düşünmüş böyle
korkmuştu. Yakıştıramadı kendine ama bu başka bir iş idi biliyordu. Patikaya
dönüp bastığı yere dahi bakmadan yaylaya doğru uçarcasına koşmayı düşlediği
kısacık anın ardından kendine sesleneni gördü.
Kırmızı, kıpkırmızı giysilerin içinde uzun boylu ve güzel bir kadın vardı.
Yayla kadınlarının vartevor zamanı horon çardağına giderken giydikleri, o
günler için özel olarak sakladıkları giysiler vardı geyninde. Yüzü hariç
başının tamamını örten bir şifon takmıştı. Alnı bu şifonun küçük bir üçgeniyle
örtülmüş, örtünün yanaklardan aşağı süzülen bölümleri titribali denen küçük
yuvarlak ve metalden halkalarla süslenmişti. Şifonunun etrafını çevirip onu
başında sabitleyen, usulüne uygun olarak bağlanıp alna doğru sivriltilmiş İran
şayı yepyeniydi. Yeleği, kazağı, uzun eteği, iki telli yün çorabı da sandıktan
henüz çıkmış gibiydi. Ömer tüm bunları hem net bir biçimde görüyor hem
göremiyordu. Yüzü, gözleri, elleri can alıcı güzellikteydi kadının ama aynı
zamanda yoktular. Bütün giydikleri, gülümsemesi, Ömer’i çağıran eli, olmaları
gerektiği için oradaydılar. Oysa kadının varlığı çepeçevre kırmızı idi. Kırmızı
herşeyi içeriyor, herşeye sirayet ediyordu.
Kızıllar içindeki kadının çağrısını yanıtsız bırakmaya imkan yoktu. Gel
deyince yanına gitti Ömer. Aklının içinde çığlık çığlığa bağıranlar vardı.
Gitmesini istemeyen, bütün bu olanları yanlış bulan, onu uyaran, geri çevirmeye
çalışan, ineklerden, ninesinden, evinden, artık ardında bir dünyaya yağmakta
olan sık çiseden, başlayacak olan yağmurdan, gerçeklerden dem vuran ama bir
tulum kaidesinin ardında gitgide cılızlaşan sesler duydu. “Gel Ömer” dedi
kadın. “Bak vartevor geldi. Horon kuruldu. Türküler söyleniyor. Gel sen de gir
horona. Haydi…” Hakikaten bir kalabalık kızıllık horona durmuş, tuluma
kesmişti. Tıpkı yanında yürüdüğü kadın gibi kırmızılar içinde erkek ve
kadınlar, üstlerine yağanlara, etraflarını saranlara aldırmadan coşkuyla
oynuyordu. Tulumun bildik kaidelerine, bilmediği ezgiler karışıyor, bildiği
türkü sözleri anlam veremediği dizelerle tamamlanıyordu. Aman yarabbi ne
kalabalıktı. Vartevorun en coşkulu Ağustos ortasında bütün yayla biraraya
gelmiş gibiydi. Büyülenmiş gibi seyretti bir vakit. Nasıl olurdu bu. Bu
insanlar kimdi. Adını nededen biliyorlardı. Hangi köydendiler. Neden
birbirlerine bu kadar çok benziyor, bu havada nasıl bu kadar güzel giysiler
giyiyor ve ıslanıp çamura bulanmadan bu kadar coşkulu oynuyorlardı. Neden
burada toplanmışlardı, neyi kutlamaktaydılar. Vartevora daha çok vardı,
tulumcuyu nereden bulmuşlardı... Neden hepsinin de ayakları, olması gerektiği
gibi öne değil geriye doğru dönmüştü! Ayakları… Ayakları neden tersti…
Soruları taze aklının kayalarına çarpıp tuzla buz oldular. Bütün kainat
tulumdan yükselen papilat kaidesinden tınılarla dolarken bir neşeyle kaplandı
Ömer’in kalbi. Ellerini aynı anda gökyüzüne kaldıran, aynı ritim ile ayaklarını
yere vuran, sesleri kara dumanı yarıp dünyaya bir gökgürültüsü salan bu şetaret
dolu topluluğa doğru ilerledi. Yaklaştıkça tulumu ta kalbinde duydu. Ömründe
böyle güzel bir horon, böyle güzel bir partiye görmemişti. Yaşı küçük diye
dışarıda bırakılmıyor, kızıl libaslı, ateş yüzlü horoncular tarafından ısrarla
halkanın bir parçası olmaya çağırılıyordu üstelik. “Gel Ömer diye seslendiler
bir ağızdan. Gel de horona gir…” Ellerini açıp aralarına aldılar onu. İpince
çığlıklar dağlarda yankılandı. Tulumun nefeslendiği kısacık anlar kalabalığın
neşeli haykırışlarıyla doldu. Islak, zorlu ve ödevlerle dolu dünya geride
kaldı. Adımlarını ve kollarını üzerinde ve içinde akan kızıl bir alev nehrine
teslim etti Ömer. Herşeyi unuttu. Islak ayakları, bedeni, giysileriyle
birlikte, içini ufakça yoklayan son kaygılı sorular da kurudu. Herşey, tulum,
horon ve bahtiyar bir kalabalık oldu.
Belki ardında bıraktıklarına ilişkin son geçerli soruydu bir kez daha
aklına düşen… Ayakları neden tersti…İnekler eve döndüğü halde kendi dönmeyen Ömer’i aramaya çıkan yaylacılar,
oğlanı akşamın iyice geçkin bir vaktinde altı oyulup çukurlaşmış kocaman bir
kayanın altında buldular. Talihsiz çocuk, kafasını bu daracık çukurun içine
sokmak için debeleniyor, yaralanıp berelenmesine, çamurun ve suyun içindeki
perişan haline aldırış etmeden, “Horon var, horona gireceğim” diye
sayıklıyordu... “Nasıl
ters lan?”
“Ters
işte, böyle…”
Selçuk
bacaklarını yapabildiği kadar çeviriyor geriye. Topukları üzerinde birbirinin
zıttı yönde açabildiği kadar açıyor kara lastikli, yün çoraplı ayaklarını. Bu
haliyle bir palyaçoya benziyor. Anlatmak istediği için yeterli bir açı değil
biliyor ama anladığımızı da biliyor.
“Eeeeee”
“E’si
işte çağıyorlarmış seni gel diye. Götürüyorlarmış. Sen tabii, horon var diye
görüyorsun. Millet hep kıyamet… Tulum falan hep tamam. Unden… Yanılıp ta
gidersen çarparlarmış. Bi daha kendine gelemezmişsin. Neba anlattı, çok eskiden
Ömer diye bir çocuk var Amlakit’te… İneklere gitmiş bu tamam mı. Ulan akşam
hava kararmış, sığırlar dönmüş, uşak yok. Bütün yayla aramaya çıkmış. Çocuğu bi
de bulmuşlar ki bir kayanın altına girmeye çalışıyor. ‘Oğul etma gitma’ deyip
zorla çıkarıyorlar kayanın dibinden. Uşak hala bağırıyormuş, ‘Horona gireceğim,
bırakın’ diye…”
“Doğrudur”
dedi Özkan. Göz ucuyla ona dönüyorum. Tek kelimelik büyük adam hallerinde bu
yaz. Yaşlı dedeler gibi konuşmaları, sessizliği, sakinliği, Selçuk’la yapmayı
planladığımız nice hain işin önünde aşılmaz barikatlar kuran, ağırbaşlı
efendiliğini seviyorum. Siyah saçları dümdüz alnına ve kulaklarına iniyor.
Rengi artık solmakta olan mavi gömleğinin tüm düğmelerini boğazına kadar
ilikliyor. Kumaş pantolon giyiyor lastiklerinin üzerine. Tuhaf ama ona
yakışıyor. Dini konularda çok bilgili buluyorum onu. Kıssadan hisseler,
peygamber mucizeleri anlatıp duruyor. Bir sürü dua ezberlemiş, bana da
öğretiyor. Dinci değil ama biliyorum. Bilgilendiriyor bizi ama okulda ve evde
sürekli duyduğum dincilerden değil. Benim en iyi arkadaşım Selçuk’la birlikte.
“Doğrudur
ve bir de kırmızı görünürler insanın gözüne. Zaten Kuran’da vardır. ‘Biz sizi
ve ismi lazım değilleri bize kulluk etsinler diye yarattık’ der Allah. Bunlar
dumansız ateşten yaratılmışlar. Tıpkı insanlar gibi iyileri de kötüleri de
vardır… Kötüleri insanı çarpar.”
“Nasıl
çarpar?”
“İşte,
insan gibi görünür gözüne mesela. Farzı mehel deden olur, annen, baban olur,
kardeşin olur, arkadaşın olur, çağırır seni. Kanıp ta gidersen çarpılırsın.
Ağzın yüzür döner, girer birbirine, işte böyle… Esmer yüzünü çarpıtıp parmaklarını
bükerek tarife gerçeklik katıyor. Gülüyoruz ama pek neşeli sayılmayız. Güzel
bir akşamüstü mavrası olarak başlayan ‘peri hikayesi’nin tadı kaçmaya başlıyor.
İçlerimizi yoklayan soğuk nefeslerden anlıyoruz. Hep böyle oluyor. Hem ince bir
haz hem felç gibi bir korku. Hikayeler hikayeleri kovalarken, dönüşün olmadığı
son noktayı geride bıraktığımızı fark edemiyor, işemeye dahi yalnız
gidilemeyecek o melun vakte ulaşıyoruz. Neyse ki henüz karanlık değil. Değil
ama karanlık zamanlara tortusu kalacak hikayelerin biliyoruz.
“Oğlum peki nasıl anlıyorsun peri mi değil mi diye?”
Sorumun mantığını, ondan çok daha mantıklı bir başka ses
perdeliyor;
“Lan
konuşacak başka şey yok mu be. Oğlum adlarının anıldığı yere gelirlermiş. Bi
susun amına koyim yaa…”
Alper
haklı. Kıvırcık saçlar, ince biçimli dudaklar, şen bir kahkaha. Bir sürü ünlüye
benzetiyorum onu. Ayna Grubu’nun solistlerinden Cemil’e mesela. Sonra Formula 1
şampiyonu Michael Scumacher’e bir de…
“Ayakları
ters olur dedik ya.” Selçuk ayaklarını yeniden yapabildiği kadar geriyor ters
yönde. “İnsan ayağı gibi ama tam ters yönde işte.” Çarpık ayaklarında altı
endişeli göz. Bir şeye alay ederek inanmazlık gösterecek, havaya iyimserlik
yayacak bir kahkaha umuyoruz. O kahkaha atılmıyor. Hepimiz kendi sorularımız ve
patlamış değilse bile yakında patlayacak öd torbalarımızla zihnimizin tuhaf
hayallerine çekiliyoruz.
Burası
yayla. Burada geride bıraktığım kentlerde olduğu gibi uzak değil gece
yaratıklarının kötülüğü. Şehirde arabalar, kornalar, bin bir türlü insan
bağırtısı kötü hisleri ortasından yarar. Korkuyu başlamadan söndürür. Yolda
yürürken ölü bir adamın önüme çıkacağından yahut kötücül bir peri tarafından
çarpılıp ağzımın burnumun birbirine gireceğinden korkmam. Aklıma bile gelmez bu
tür şeyler. Ama yaylada, gün ve zaman akıp giderken ona çok yakın mesafeden
eşlik eden bir
başka tabaka var havanın içinde. Bir ihtimal, bir tehdit, bir fısıltı. Periler,
hortlaklar cadılar. Çığın yıktığı eski ev kalıntılarında, ocaklıklarda yani,
sonra çatıların evin dışına uzanan bölümlerinde, damlalıklarda, terk edilmiş
yerlerde, kaya diplerinde, dere kıyılarında, orman içlerinde hep onlar. Bugün
değilse yarın, bu yaz değilse bir başka yaz karşıma çıkacaklarından, eninde
sonunda korktuğuma uğrayacağımdan eminim. Eminiz.
Hava
bir ton daha kararıyor. Eve gitme vakti.
“Haydi”
diyor Özkan. “Herkes evina tavuk tarina” Gülüyoruz. Selçuk’la ikisi yukarı
mahalleye Alper’le ben aşağı mahalleye. Oyun ve hikaye dolu günün sonu geliyor.
Aklımızda kocaman sorular dilimizde günden kalan bir kaç lakırdı iki ayrı yöne
ilerliyoruz.
“Kokmazsınız
değil mi lan. Bırakayım mı eve.” Sırıtışının ardında bir meydan okuma varz
Özkan’ın. Resti bir ağızdan görüyoruz.
“Siktir…”
Alper
yolda benden ayrılıyor. Eve birkaç metreden fazla yok. Birbirimize el sallarken
içimdeki soğuk el harekete geçiyor. Bedenim korkmuyormuş gibi yaparak yolun
kalanını adımlamaya başlıyor. Alper eve girdi bile görüyorum. Ona korktuğumu
göstermeye niyetim yok. Yavaş hareket ediyorum. Ayakları ters olur. Ayakları
ters. Böyle bir şey yaşasam ne yaparım. Ağzım burnum birbirine girse
düzelebilir miyim. Hem sonra bu kadarla kurtulmak mümkün mü ki. Düşünmemeliyim.
Bunları düşünürsem koşmaya başlarım. Koşmak istemiyorum. Ama arkamda
olabilirler. Kimler, her şeyler. Belki şu anda ince kemikli elini bana
uzatmakta olan bir mahluk var tam arkamda. Sırtıma doğru uzanıyor. Beni çürütmek, kapkaranlık dehlizlerine hapsetmek için.
İçimde iyi ve yaşam dolu ne varsa dehşetle doldurmak, beni…beni öldürmek için.
Belki tam şu anda hızlanırsam… Dayanamıyorum. Tüm gücümle koşuyorum eve. Ahır
ve bizim yaşadığımız yerden oluşan iki katlı ahşap yayla evine soluk soluğa
dayanıyorum. Kapıyı hızla açıp anneannem Mune’yle yaşadığımız odaya atıyorum
kendimi. Nefes nefeseyim. Mune yatakta belli belirsiz bir tümsek. Tüm
yaylacılar gibi erken uyumuş. Kandil ışığında belli belirsiz aydınlanan odada
benim için hazırladığı bol şekerli süt ve geçmeye yüz tutmuş pilitadan yayılan
güven verici ısı. Bir parça sakinliyorum. Sütü içiyorum. Dudaklarımda yıllarca
yanarak siyaha bürünmüş tavanın kömür tadı kalıyor. Ben de kendi yatağıma
uzanıyorum.
Ayakları
ters, her kimsenin kılığına bürünen kötü periler.
“Olmaz
öyle şey be” diye düşünüyorum. Yine de yattığım yerin tam karşısına düşen
pencereden dışarı bakamıyorum.
Birkan Yüksel
Gor Dergisi Sayı 5-6 Sonbhar 2016- Bahar 2017
Merit Casino » Top Bonuses, Promotions & Games in India
YanıtlaSilThe Merit Casino is a perfect casino to play on your mobile, or in 메리트 카지노 a casino, 메리트 카지노 고객센터 as it is choegocasino a place to stay if you want to bet real money on sports.