27 Şubat 2018 Salı

Ömer...



Dağlara buğday taneleri gibi saçılmış yüksek yaylalardan birinde, yarı karanlık bir öğleden sonrası idi. Yer; dumanı gelmiş, gri örtüsünü dünyaya sermişti. Yeryüzündeki her şeyin üzerine giydiği bir uğursuz giysi gibiydi. Aydınlık olması gereken gün kalın sisin ardında hüzünlü bir esarete teslim oldu. Dumandan önce göze görünen her bir nesne yok olup silindi. Her bir insan görünmez oldu. Her bir dağ eriyip bitti. Her bir ağaç hatırlamanın dahi zor olduğu yalan yanlış bir anıya devrildi. Her şey yalnızca sesiyle var oldu. Derenin çağıltısı, kuşun çığlığı, ineğin çanı ve insanların şarkıları.  


Elinde boyundan uzun bir sopa, üzerinde yıpranmış bir yağmurluk, aklında vartevor türküleri ile taze genç bir oğlan, dereyi soluna alarak vadinin yukarılarına tırmandı. Ardında bıraktığı yayla evleri ile içlerinde yaşayanların sesleri solarken, vadinin uzak yamaçları duyulur oldu yürüyüşünde. Dumanın içinde neredeyse yalnız kendi ayaklarını görebildi. Bir adım sonrasını belki ama daha fazlasını değil. Yeşil bir kainatın içine kıvrımlı gülümsemeler kondurmuş, insan ve hayvan adımlarıyla derinleşmiş, sık çise ve bitmeyen yağmurla gevşemiş, çiçeklerle süslenmiş yüzlerce yılın patikalarından ilerledi. Uzağında, sağında solunda çınlayan inek çanlarını duyunca aniden duruyor, sesin geldiği yöne doğru rotasını değiştiriyor, ulaştığı hayvanların kendininkiler olmadığını anlayınca, hayal kırıklığıyla yola devam ediyordu. Evin küçük çobanı, genç ve cesur yaylacısıydı. Yaşlı ninesi ile yaşadığı yaylanın yaz zamanlarında, sabahları hayvanları bozup vadinin gür otlu yükseltilerine doğru sürmek, akşama doğru da gidip otladıkları bir kaç muhtemel bölgenin birinden alıp getirmek ona düşüyordu. Gün ışık, aydınlık vakitlere de karanlık fırtınalı korkulara da böyle dumanlı tekinsiz vaziyetlere de aşinaydı. İneklerini alıp geri, eve götürecekti her günkü gibi. Burada değilse bile, şu bayırda, orada değilse bile şu sırtın ardındaydılar. Uzakları devinen griliklerine hapsedip göstermiyordu duman ama adımları gözleri kadar iyi görürdü böyle bir vakitte.


Zaman geçtikçe içini sıkan tek değişiklik, ıslak ayaklarından kaynaklanır oldu. Kara lastiklerin içinde, üzerlerinde hiçbirşey yokmuşçasına su içindeydi ayakları. Çıplakmış ve bir gölün içinde çırpınıyormuşçasına ıslaktı. Uzamaya başlayan otların arasından bir sonrası için çıkardığı adımlardan her biri bir öncekinden daha ağırdı. Yün çorapları suyu çekiyor, lastik çarıklarının içinden su kabarcıkları fışkırıyordu. Sık çise tabiatı incecik serpintilerle yalıyor, ormana renk, ağaca can suyu, yayla çocuklarına da ıslak çoraplar veriyordu. Mühim değildi ama hiçbiri. İneklerle eve döndüğünde pilita yanıyor olacaktı. Çoraplarını değiştirip, iyice kurulandıktan sonra ninesinin yaptığı taze tereyağını taze ekmeğe sürecekti. Ayaklarını yanan odunlara uzatacak, saç diplerine kadar ısınırken ninesinin ‘Oğul, sen bana bir arkadaşsen, Allah razi olsun, Allah bin dal etsun’ övgüleri arasında temiz kokulu uykulara dalacaktı.     

 Alışkın olduğu bu alacakaranlığın içinde kendi kendine gülümserken, tanıdık olduğunu düşündüğü bir çan duydu. Yeniden patikadan çıkıp sese doğru yürürken, bir alie ferdine seslenir gibi seslendi dumanın uzaklarına doğru; “Gel Nazarboz, gel kezum…” Ardında bıraktığı derenin müziği kulaklarında inceliverirken sisin içinde beliren yarı görünür şekillere doğru ilerledi ve sevinçle ‘bunlar bizimkiler’ diye düşündü. Geviş getiren sakinlikleri ve boyunlarının ince hareketiyle müziklenen çanları ile iki inek tembelce deviniyor, oğlanı görür görmez kalkmaya niyetleniyordu. Oğlan arkada inekler önde, biraz önceki uzun yürüyüşün tersi istimatinde yola koyuldular.


Kirpiklerine kadar sirayet eden ince yağmura aldırmadan gülümsedi. Kendisine verilen işi yapmıştı yine. Hem de bu kara dumanın içinde, eliyle koymuş gibi bulmuştu hayvanlarını. Yaylaya bir fatih edasıyla girecek, yaşı geçkin kadınların, kendi torunlarında görememekten hayıflandıkları eski zaman adamlarına has bir olgunlukla görevini yapmış olmanın, işe yaramanın gururuyla övünecekti. Sonra da güneşli bir güne uyanmanın hayaliyle dalacaktı uykuya…


Sisin içinde değişen sesler, kendi ismi gibi çalınır insanın kulağına. Her yaylacı bilir böyle anları. Rüzgarın dereyle, dağın dumanla birlik olup kurduğu muzip bir korodur bu işi eden. Tabiatın alışıldık fısıltıları içinden isminin sesi apansız yükseldiğinde adamın aklı gider. O kısacık anda merak, korku ve rahatlama yük katarları gibi ardı ardına seyreder zihinde. Uykuya dalacak anda da olur bu bazen. Bir dehlize düşerken, uyanıklığn son zerresinde ismi çalınır insanın kulağına. Mühim bir denilecek varmış gibi kaygılı, öfkeli ve tek nefes. İşten, yürüyüşten, uykudan alıkomaz insanı ya, kısacık bir tedirginliğin, bıçak keskinliğinde bir iç burkulmasının tatsız anısı kalır yadigar. Denilecek olanın sonrası duyulmaz. İsim havada asılı kalır, fısıltılar arasında kaybolur gider sonrası.


Bundan ki ‘Ömer’ diye seslenildiğinde önce dönüp bakmadı. Kısacık bir sıçradı ama içi. Bilge bir gülümseme ile bir ‘Hey Allah’ geçti içinden. Kaç kez olmuş olursa olsun evvelce, her seferinde böyle irkilmesine bir parça bozulurak ağır ve ıslak yürüyüşünü sürdürmeye niyetlendi. Çan sesleri ve ona uydurdukları adımlarıyla eve giden yolu kendilerinin de bulacağını bildiği ineklerine doğru seyirtti. Elindeki sopanın bir kaç dürtüşüyle hızlandırdı hayvanları. Korkmamıştı ama bir parça daha erken varmak isteğiyle doldu içi. Sık çise yerini iri damlalı ve işin tadını kaçıracak yağmura bırakacak gibiydi. Islanmaktan dahi ağır olurdu o vakit derdi.


‘Ömer’ diye çınladı kulağı yeniden. Durdu bu kez. Kayıtsız kalınacak bir yanılgı değildi ki bu. Düpedüz adıyla çağırmıştı bir kadın. Belki bir adam. Belki ikisi birden. Vakti fark etmeden çok geç edince aramaya gelmiş olmasınlardı. Kendince çok gece kalmamıştı kalmamasına ama belki bu kara dumanın içinde hayallere içinde yüzerken, kimbilir… Yahut da başka çobanlar ile kesişmişti yolu. Dumanın içinde olduğunu bilen ama kendini göremeyen akranları sesleniyordu ona. Belki biri ikisi birden korkutmayı istiyorlardı onu. Yayla çocuklarının birbirine böyle şakalar yapması olağandı. Kendine de yapılmış kendi de yapmıştı çok kereler. Aklına yattı. İnekler ağır tempolarıyla yaylaya doğru yalpalamayı sürdürürlerken, ‘Yolu biliyorlar zaten’ diye geçirdi içinden. ‘Bir bakayım, yetişirim nasılsa…’


Patikadan çıkıp sesin geldiği hafif eğimli yamaca doğru tırmandı bir kaç adım. Sisin içinde ışığını kaybedince solgun bir yeşile bezenmişti yeryüzü. Papatyalar, eğri çiçekleri, kozmancuklar, çisenin omuzlarına vurduğu damlalardan oluşan yüklerin altında boyun bükmüştü. Tüm dünya ıpıslaktı. Daracık bir görüş imkanının içinde alaca bulaca dumanın içine seslendi: ‘Olo kimsiz!” Tetikte duruyor, gri tuzakların içinden sıçrayarak üzerine atlayacak ve kahkahalarla gülecek dostlarını gergin bir gülümseyişle bekliyordu. Yalnız ne şakacı çocuklar, ne de tanıdık köylüler görünmedi. Yanıbaşındaymış gibi yakın ama çok ta uzak bir ‘Ömer’ daha duyunca ıslak kıyafetlerinin içinde buz tuttu yüreği. Bu başka bir iş idi. Nasıl olmuş ta böyle düşünmüş böyle korkmuştu. Yakıştıramadı kendine ama bu başka bir iş idi biliyordu. Patikaya dönüp bastığı yere dahi bakmadan yaylaya doğru uçarcasına koşmayı düşlediği kısacık anın ardından kendine sesleneni gördü.


Kırmızı, kıpkırmızı giysilerin içinde uzun boylu ve güzel bir kadın vardı. Yayla kadınlarının vartevor zamanı horon çardağına giderken giydikleri, o günler için özel olarak sakladıkları giysiler vardı geyninde. Yüzü hariç başının tamamını örten bir şifon takmıştı. Alnı bu şifonun küçük bir üçgeniyle örtülmüş, örtünün yanaklardan aşağı süzülen bölümleri titribali denen küçük yuvarlak ve metalden halkalarla süslenmişti. Şifonunun etrafını çevirip onu başında sabitleyen, usulüne uygun olarak bağlanıp alna doğru sivriltilmiş İran şayı yepyeniydi. Yeleği, kazağı, uzun eteği, iki telli yün çorabı da sandıktan henüz çıkmış gibiydi. Ömer tüm bunları hem net bir biçimde görüyor hem göremiyordu. Yüzü, gözleri, elleri can alıcı güzellikteydi kadının ama aynı zamanda yoktular. Bütün giydikleri, gülümsemesi, Ömer’i çağıran eli, olmaları gerektiği için oradaydılar. Oysa kadının varlığı çepeçevre kırmızı idi. Kırmızı herşeyi içeriyor, herşeye sirayet ediyordu.


Kızıllar içindeki kadının çağrısını yanıtsız bırakmaya imkan yoktu. Gel deyince yanına gitti Ömer. Aklının içinde çığlık çığlığa bağıranlar vardı. Gitmesini istemeyen, bütün bu olanları yanlış bulan, onu uyaran, geri çevirmeye çalışan, ineklerden, ninesinden, evinden, artık ardında bir dünyaya yağmakta olan sık çiseden, başlayacak olan yağmurdan, gerçeklerden dem vuran ama bir tulum kaidesinin ardında gitgide cılızlaşan sesler duydu. “Gel Ömer” dedi kadın. “Bak vartevor geldi. Horon kuruldu. Türküler söyleniyor. Gel sen de gir horona. Haydi…” Hakikaten bir kalabalık kızıllık horona durmuş, tuluma kesmişti. Tıpkı yanında yürüdüğü kadın gibi kırmızılar içinde erkek ve kadınlar, üstlerine yağanlara, etraflarını saranlara aldırmadan coşkuyla oynuyordu. Tulumun bildik kaidelerine, bilmediği ezgiler karışıyor, bildiği türkü sözleri anlam veremediği dizelerle tamamlanıyordu. Aman yarabbi ne kalabalıktı. Vartevorun en coşkulu Ağustos ortasında bütün yayla biraraya gelmiş gibiydi. Büyülenmiş gibi seyretti bir vakit. Nasıl olurdu bu. Bu insanlar kimdi. Adını nededen biliyorlardı. Hangi köydendiler. Neden birbirlerine bu kadar çok benziyor, bu havada nasıl bu kadar güzel giysiler giyiyor ve ıslanıp çamura bulanmadan bu kadar coşkulu oynuyorlardı. Neden burada toplanmışlardı, neyi kutlamaktaydılar. Vartevora daha çok vardı, tulumcuyu nereden bulmuşlardı... Neden hepsinin de ayakları, olması gerektiği gibi öne değil geriye doğru dönmüştü! Ayakları… Ayakları neden tersti…


Soruları taze aklının kayalarına çarpıp tuzla buz oldular. Bütün kainat tulumdan yükselen papilat kaidesinden tınılarla dolarken bir neşeyle kaplandı Ömer’in kalbi. Ellerini aynı anda gökyüzüne kaldıran, aynı ritim ile ayaklarını yere vuran, sesleri kara dumanı yarıp dünyaya bir gökgürültüsü salan bu şetaret dolu topluluğa doğru ilerledi. Yaklaştıkça tulumu ta kalbinde duydu. Ömründe böyle güzel bir horon, böyle güzel bir partiye görmemişti. Yaşı küçük diye dışarıda bırakılmıyor, kızıl libaslı, ateş yüzlü horoncular tarafından ısrarla halkanın bir parçası olmaya çağırılıyordu üstelik. “Gel Ömer diye seslendiler bir ağızdan. Gel de horona gir…” Ellerini açıp aralarına aldılar onu. İpince çığlıklar dağlarda yankılandı. Tulumun nefeslendiği kısacık anlar kalabalığın neşeli haykırışlarıyla doldu. Islak, zorlu ve ödevlerle dolu dünya geride kaldı. Adımlarını ve kollarını üzerinde ve içinde akan kızıl bir alev nehrine teslim etti Ömer. Herşeyi unuttu. Islak ayakları, bedeni, giysileriyle birlikte, içini ufakça yoklayan son kaygılı sorular da kurudu. Herşey, tulum, horon ve bahtiyar bir kalabalık oldu.


Belki ardında bıraktıklarına ilişkin son geçerli soruydu bir kez daha aklına düşen… Ayakları neden tersti…İnekler eve döndüğü halde kendi dönmeyen Ömer’i aramaya çıkan yaylacılar, oğlanı akşamın iyice geçkin bir vaktinde altı oyulup çukurlaşmış kocaman bir kayanın altında buldular. Talihsiz çocuk, kafasını bu daracık çukurun içine sokmak için debeleniyor, yaralanıp berelenmesine, çamurun ve suyun içindeki perişan haline aldırış etmeden, “Horon var, horona gireceğim” diye sayıklıyordu...                                                                                                               “Nasıl ters lan?”


“Ters işte, böyle…”


Selçuk bacaklarını yapabildiği kadar çeviriyor geriye. Topukları üzerinde birbirinin zıttı yönde açabildiği kadar açıyor kara lastikli, yün çoraplı ayaklarını. Bu haliyle bir palyaçoya benziyor. Anlatmak istediği için yeterli bir açı değil biliyor ama anladığımızı da biliyor.


“Eeeeee”


“E’si işte çağıyorlarmış seni gel diye. Götürüyorlarmış. Sen tabii, horon var diye görüyorsun. Millet hep kıyamet… Tulum falan hep tamam. Unden… Yanılıp ta gidersen çarparlarmış. Bi daha kendine gelemezmişsin. Neba anlattı, çok eskiden Ömer diye bir çocuk var Amlakit’te… İneklere gitmiş bu tamam mı. Ulan akşam hava kararmış, sığırlar dönmüş, uşak yok. Bütün yayla aramaya çıkmış. Çocuğu bi de bulmuşlar ki bir kayanın altına girmeye çalışıyor. ‘Oğul etma gitma’ deyip zorla çıkarıyorlar kayanın dibinden. Uşak hala bağırıyormuş, ‘Horona gireceğim, bırakın’ diye…”


“Doğrudur” dedi Özkan. Göz ucuyla ona dönüyorum. Tek kelimelik büyük adam hallerinde bu yaz. Yaşlı dedeler gibi konuşmaları, sessizliği, sakinliği, Selçuk’la yapmayı planladığımız nice hain işin önünde aşılmaz barikatlar kuran, ağırbaşlı efendiliğini seviyorum. Siyah saçları dümdüz alnına ve kulaklarına iniyor. Rengi artık solmakta olan mavi gömleğinin tüm düğmelerini boğazına kadar ilikliyor. Kumaş pantolon giyiyor lastiklerinin üzerine. Tuhaf ama ona yakışıyor. Dini konularda çok bilgili buluyorum onu. Kıssadan hisseler, peygamber mucizeleri anlatıp duruyor. Bir sürü dua ezberlemiş, bana da öğretiyor. Dinci değil ama biliyorum. Bilgilendiriyor bizi ama okulda ve evde sürekli duyduğum dincilerden değil. Benim en iyi arkadaşım Selçuk’la birlikte.


“Doğrudur ve bir de kırmızı görünürler insanın gözüne. Zaten Kuran’da vardır. ‘Biz sizi ve ismi lazım değilleri bize kulluk etsinler diye yarattık’ der Allah. Bunlar dumansız ateşten yaratılmışlar. Tıpkı insanlar gibi iyileri de kötüleri de vardır… Kötüleri insanı çarpar.”


“Nasıl çarpar?”


“İşte, insan gibi görünür gözüne mesela. Farzı mehel deden olur, annen, baban olur, kardeşin olur, arkadaşın olur, çağırır seni. Kanıp ta gidersen çarpılırsın. Ağzın yüzür döner, girer birbirine, işte böyle… Esmer yüzünü çarpıtıp parmaklarını bükerek tarife gerçeklik katıyor. Gülüyoruz ama pek neşeli sayılmayız. Güzel bir akşamüstü mavrası olarak başlayan ‘peri hikayesi’nin tadı kaçmaya başlıyor. İçlerimizi yoklayan soğuk nefeslerden anlıyoruz. Hep böyle oluyor. Hem ince bir haz hem felç gibi bir korku. Hikayeler hikayeleri kovalarken, dönüşün olmadığı son noktayı geride bıraktığımızı fark edemiyor, işemeye dahi yalnız gidilemeyecek o melun vakte ulaşıyoruz. Neyse ki henüz karanlık değil. Değil ama karanlık zamanlara tortusu kalacak hikayelerin biliyoruz.


“Oğlum peki nasıl anlıyorsun peri mi değil mi diye?”


Sorumun mantığını, ondan çok daha mantıklı bir başka ses perdeliyor;


“Lan konuşacak başka şey yok mu be. Oğlum adlarının anıldığı yere gelirlermiş. Bi susun amına koyim yaa…”


Alper haklı. Kıvırcık saçlar, ince biçimli dudaklar, şen bir kahkaha. Bir sürü ünlüye benzetiyorum onu. Ayna Grubu’nun solistlerinden Cemil’e mesela. Sonra Formula 1 şampiyonu Michael Scumacher’e bir de…


“Ayakları ters olur dedik ya.” Selçuk ayaklarını yeniden yapabildiği kadar geriyor ters yönde. “İnsan ayağı gibi ama tam ters yönde işte.” Çarpık ayaklarında altı endişeli göz. Bir şeye alay ederek inanmazlık gösterecek, havaya iyimserlik yayacak bir kahkaha umuyoruz. O kahkaha atılmıyor. Hepimiz kendi sorularımız ve patlamış değilse bile yakında patlayacak öd torbalarımızla zihnimizin tuhaf hayallerine çekiliyoruz.


Burası yayla. Burada geride bıraktığım kentlerde olduğu gibi uzak değil gece yaratıklarının kötülüğü. Şehirde arabalar, kornalar, bin bir türlü insan bağırtısı kötü hisleri ortasından yarar. Korkuyu başlamadan söndürür. Yolda yürürken ölü bir adamın önüme çıkacağından yahut kötücül bir peri tarafından çarpılıp ağzımın burnumun birbirine gireceğinden korkmam. Aklıma bile gelmez bu tür şeyler. Ama yaylada, gün ve zaman akıp giderken ona çok yakın mesafeden eşlik eden bir başka tabaka var havanın içinde. Bir ihtimal, bir tehdit, bir fısıltı. Periler, hortlaklar cadılar. Çığın yıktığı eski ev kalıntılarında, ocaklıklarda yani, sonra çatıların evin dışına uzanan bölümlerinde, damlalıklarda, terk edilmiş yerlerde, kaya diplerinde, dere kıyılarında, orman içlerinde hep onlar. Bugün değilse yarın, bu yaz değilse bir başka yaz karşıma çıkacaklarından, eninde sonunda korktuğuma uğrayacağımdan eminim. Eminiz.


Hava bir ton daha kararıyor. Eve gitme vakti.


“Haydi” diyor Özkan. “Herkes evina tavuk tarina” Gülüyoruz. Selçuk’la ikisi yukarı mahalleye Alper’le ben aşağı mahalleye. Oyun ve hikaye dolu günün sonu geliyor. Aklımızda kocaman sorular dilimizde günden kalan bir kaç lakırdı iki ayrı yöne ilerliyoruz.


“Kokmazsınız değil mi lan. Bırakayım mı eve.” Sırıtışının ardında bir meydan okuma varz Özkan’ın. Resti bir ağızdan görüyoruz.


“Siktir…”


Alper yolda benden ayrılıyor. Eve birkaç metreden fazla yok. Birbirimize el sallarken içimdeki soğuk el harekete geçiyor. Bedenim korkmuyormuş gibi yaparak yolun kalanını adımlamaya başlıyor. Alper eve girdi bile görüyorum. Ona korktuğumu göstermeye niyetim yok. Yavaş hareket ediyorum. Ayakları ters olur. Ayakları ters. Böyle bir şey yaşasam ne yaparım. Ağzım burnum birbirine girse düzelebilir miyim. Hem sonra bu kadarla kurtulmak mümkün mü ki. Düşünmemeliyim. Bunları düşünürsem koşmaya başlarım. Koşmak istemiyorum. Ama arkamda olabilirler. Kimler, her şeyler. Belki şu anda ince kemikli elini bana uzatmakta olan bir mahluk var tam arkamda. Sırtıma doğru uzanıyor. Beni çürütmek, kapkaranlık dehlizlerine hapsetmek için. İçimde iyi ve yaşam dolu ne varsa dehşetle doldurmak, beni…beni öldürmek için. Belki tam şu anda hızlanırsam… Dayanamıyorum. Tüm gücümle koşuyorum eve. Ahır ve bizim yaşadığımız yerden oluşan iki katlı ahşap yayla evine soluk soluğa dayanıyorum. Kapıyı hızla açıp anneannem Mune’yle yaşadığımız odaya atıyorum kendimi. Nefes nefeseyim. Mune yatakta belli belirsiz bir tümsek. Tüm yaylacılar gibi erken uyumuş. Kandil ışığında belli belirsiz aydınlanan odada benim için hazırladığı bol şekerli süt ve geçmeye yüz tutmuş pilitadan yayılan güven verici ısı. Bir parça sakinliyorum. Sütü içiyorum. Dudaklarımda yıllarca yanarak siyaha bürünmüş tavanın kömür tadı kalıyor. Ben de kendi yatağıma uzanıyorum.


Ayakları ters, her kimsenin kılığına bürünen kötü periler.


“Olmaz öyle şey be” diye düşünüyorum. Yine de yattığım yerin tam karşısına düşen pencereden dışarı bakamıyorum.

Birkan Yüksel
Gor Dergisi Sayı 5-6 Sonbhar 2016- Bahar 2017

  

1 yorum:

  1. Merit Casino » Top Bonuses, Promotions & Games in India
    The Merit Casino is a perfect casino to play on your mobile, or in 메리트 카지노 a casino, 메리트 카지노 고객센터 as it is choegocasino a place to stay if you want to bet real money on sports.

    YanıtlaSil