Tarih boyunca din toplumların yaşamlarına yön veren önemli bir
unsur olmuştur. Toplumların dini de içeren değer, töre ve geleneklerinin bütünü
olan yaşam biçimleri de o toplumun dinle ilişkilenme biçimini etkilemiştir.
Günümüz Türkiyesi’nde kimi yöre ve halklarda din, adeta insanların yaşamını
tahakküm altına alan, emir ve yasaklar bütünü işlevi görürken, başka bazı
yörelerde ve halklarda ise din, günlük yaşamın, toplumsal değerlerin doğal bir
parçası gibidir, inanılır ve yaşanır.
Bu yazıda kimine bizzat tanık
olduğum, kimini eş dosttan dinlediğim, kimini de Hemşinlilerle ilgili
kitaplarda okuduğum, biz Hemşinlilerin dinle ilişkisine örnek olabilecek birkaç
anı, anekdot ve fıkra paylaşmak istiyorum.
Annem Temali Şaize kendi yaşıtı
bütün Hemşinli kadınlar gibi dini bütün bir insandı. İslamın farzlarını eksiksiz yerine getirmenin
dışında, vacip ve nafile kabilinden ibadetleri de önemser ve bazılarını eda
ederdi. Örneğin uzun yıllar her Perşembe
oruç tuttu, bir senesi de üç aylar orucu tutmuştu, dile kolay 90 gün.
Eşimle yeni evliyken, annem
bahçemizde yetişen bir bitkinin tohumlarından kendisinin yaptığı bir tespihi
kayınvalideme hediye etmek üzere eşime vermişti. Eşim, ailesinin Alevi olduğunu ve annesinin
namaz kılmadığını söyleyince annem, “Oyla olur mi, sonra obir dünyada
karanlukta uşüyorum, korkiyorum diye yalvarınca ona kim yardum edacak ?” diye
sormuştu.
Bi keresinde de; İstanbul’da
içkili lokanta işletirken Almanya’ya gittikten sonra, kendini iyice dine veren
dayım, memlekete ziyaretimize gelmişti. Dayım, eşimi karşısına almış, hararetle
bildik dini telkinlerde bulunurken, annem dayımın arkasından “Sen buna aldırma,
bu iyice kafayı dine taktı” anlamında kaş göz işaretleri yapmıştı.
Rahmetli annemle ilgili son bir anıyı
da derleme kaynaklarımdan koca çınar Altun Karahan (Tsotsin) yengeden
aktarayım. Kemalpaşa’da evimizin yolu üzerinde Tsotsin yengenin evinin
bitişiğinde bir tarlamız var. Çocukluğumda pirinç ekerdi bizimkiler, sonraki
yıllarda mısır ekerdik. Şimdi apartmanlar sardı etrafını... Bir gün, kuvvetli
bir fırtına sonrası annem, tarlada bir şeyler konuşarak çalışıyormuş. O esnada
kapıda olan Tsotsin yenge annemin sesini duyunca birkaç adım atarak yaklaşmış,
bakmış ki annem tek başına çalışıyor, “Allaysa Şaize modet ook ç’go u, um hed
xabred gu pembalu hedev” (Allaysa Şaize
yanında kimse yok da, kiminle konuşuyordun deminden beridir) diye sorunca
annem, “ İiiii Tsotsin” diyor, “İsa polor torxele Ella Ella aselov torxetsi, ka
Ellan zate isa polor pobadzça u” (Buraları ekerken hep Allah Allah diyerek ektim ama
Allah buralara hiç uğramamış) diye cevap veriyor. Meğer fırtına mısır filizlerini olduğu gibi
kırmış, yatırmış, hasat alacak bir şey bırakmamış tarlada. Tsotsin “ Ka
Aspadze, ka Şaize, inç aster, ka Alla xayir versun” (Ka Şaize ne dedin, ka Alla hayir versin, ka ne diyorsun?) deyince
annem “İii Tsotsin tun al isa panes millatis assoğ u gungoğes” (İii sotsin sen de bundan sonra millete bunu
anlatıp duracaksın) demiş, karşılıklı dertleşip gülmüşler. Gerçekten de
annemin ölümünden neredeyse 20 yıl sonra geçen yıl yaylada anlattı bu anıyı
Tsotsin yenge.
Hazır yaylaya gelmişken oradan
devam edelim. Bilbilan Fatmeçayir yaylasıdır bizim yaylamız. Beşiroğlu Hacı
Kadir’in evi ile bizim evler yaylanın en üst kısmında yan yana sıralanmıştır.
Çocukluğumuzda yaylada cami yoktu, bizim evlerin önünde Tsotsin yengenin evinin
yanında 3-5 sıra kara taşla öylesine çevrilmiş, küçük bir namazgâh vardı, bizim
üst mahallenin yaşlıları, gündüz, vakit namazlarını orada kılardı. Öğlen ve
ikindi ezanı okunurken köyün bütün yaşlıları namazgâha doğru yürümeye başlar, o
sırada Tantoğlu Suli ile Kotar’i Şükri yaşıtlarının tersi istikâmette köyden
çıkarlardı. Bu neredeyse bir ritüele dönüşmüştü. Tabii camisi olmayan yaylanın
doğaldır ki imamı da yoktu, köylüler duruma göre kendi aralarında müezzinlik ve
imamlık yapıyorlardı. Evlerimiz yaylanın üst sırasında olduğu için bazen
Hüseyin amcam, bazen Haci Kadir (Bumba Gadir) amca ezan okurdu, babam
rahmetlinin de sesini hatırlarım bu ezanlardan. Önce babam ve daha sonra da
Kadir amca rahmetlik olunca, ezan okuma görevi çoğunlukla Kadir amcanın büyük
oğlu Yaşar abiye düşüyordu. Yaşar abi o yıllar 50’li yaşlarındaydı.
Bir akşam Yaşar abinin evinde
oturmuşuz. Yaşar abı ve yeğeni Berat bir, benim amca oğlu ve onun oğlu benim
yeğenim Erdoğan bir, karşılıklı kağıt oynuyorlar. Biz de üç dört kişi sohbet
edip oyun seyrediyoruz. Espri, gırgır, şamata... Muhabbet gırla gidiyor.
Dalmışız, yatsi ezanı zamanı geçmiş. Yaşar abi ezan vaktinin geçtiğini fark ettiği
gibi fırladı yerinden “Alla bela vermasun ezanı kaçurdum” dedi ve elini
kulağına götürerek başladı evin içinden ezan okuyarak dışarı çıkmaya. O sırada
“Dünya yansa bir bağ çalası yanmaz” şakası eksik olmaz adamlardan benim amca
oğlu Ahmet abim, Yaşar abinin arkasından tekme ile ittirerek “Yahu Yaşar, ne
telaş ediyorsun, yarun akşamda 5 dakika erken okursin ezani, olur biter” demez
mi, biz hem Yaşar abinin haline, hem de Ahmet abimin yorumuna, kahkahaları
koyverdik. Yaşar abi kahkahalar eşliğinde ezanı tamamladı, ezan sonrası pişti
devam etti. O zamanlar yatsı namazı bizim erkekler için sanki farzdan çok
vacip-nafile arası bir şeydi, kıldılar mı o akşam yatsıyı hatırlamıyorum.
Bi başka gün, ikindi mahali,
Yaşar abi, karısı Emine yengem, Ahmet abi, eşi Güle ablam, çocuklar, kızlar,
gelinler, komşular kapıda oturmuş sohbet ediyorlar. Ezan vakti gelince Yaşar
abim kalkıyor ezan okumaya başlıyor. O esnada bizim yaylanın ilerisindeki
Zenginyurt yaylası tarafından üç kadın bizim yaylaya doğru geliyorlar. Oturanlar
gelen kadınların kimler olduklarını tahmin etmeye çalışıyorlar kendi
aralarında. Biri sağdaki falancanın karısı Fadime’dir herhalde diyor, öbürü
soldaki fıstıkçanın Eminedir, beriki ortadaki şudur derken, Yaşar abi ezan
arasında konuşanlara dönerek “Vov elluşnin çkidim ama ortaine erand genig
lemanigu”(Kim olduklarını bilmiyorum, ama
ortadaki güzel kadına benziyor) diyor ve “Hayya’alel felah, Hayya’alel
felah” diye ezanı okumaya devam ediyor. Tabii bizimkileri tut tuta bilirsen,
ezan gene kahkahalar eşliğinde tamamlanıyor. Şimdi o namazgâhı otlar sardı,
aşağıda köyün dışında briketten minareli bir cami yapıldı, ezan oradan
okunuyor, Yaşar abim rahmetlik oldu, o ortadaki güzel kadın da torun torbaya
karışmıştır herhalde...
Artık yayladan inme zamanı geldi,
yayla dönüşü Karanlıkmeşe’de güzlük kaldığımız yıllardan aklımda kalan bir
anekdot aktarayım. Sürü sahibi baba oğul Siftegüzün sonlarında yayladan
sürmüşler koyunları, uygun buldukları yerlerde beşer, onar gün kalarak yavaş
yavaş 2-3 aya Hopa’ya inecekler. Artvin Ardanuç civarında Bica aykırılığı
denilen yerde bir süre kalıyorlar. Baba beş vakit namazı aksatmıyor. Oğluna da
namaz kılması için ısrar ediyor, ama oğlu pek oralı değil. Tam Bica’dan hareket
edecekleri günün sabahı adam bi bakıyor ki oğlu namaz kılıyor, o zaman kinaye
ile oğluna diyor ki “İiiii orti im İbraim, ida ku nemazed isa Bica’is
arengoğnuke inçug yep menenag la u bededa” (Eyyy
gidi oğlum İbrahim, o senin namazın ne zamana kadar bu Bica’nın
aykırılıklarında yalnız başına ağlayarak dolaşıp dursun.)
Yayladan yola koyulup Hopa’ya
indik ya, bir anektod da oradan anlatayım. Eskiden, yani çaydan öncesi, bizim
yörede neredeyse tarlaların hepsi mısır ekilirdi. Mısır başağa erdikten sonra
domuz ve ayılar musallat olurdu tarlalara. Ateşler yakılır yüksekçe kulübeler
(goliba) yapılır, sabaha kadar teneke ile ses çıkarılır, silah sıkılır “Goob”
beklenirdi tarlalarda. Kiminin de “Goob” bekleyecek kimsesi olmaz, onlar da
tarlalarını domuz ve ayıdan korumak için başka çareler arardı. İşte böylesi bir
kadın, domuz ve ayılardan tarlasının koruyamadığından yakınınca arkadaşı, yakın
köydeki bir hocayı salık veriyor. Kadın tarlası başağa durunca gidiyor hocayı
çağırıyor. Hoca diyor ki “Ben öyle okur ve bağlarım ki (gab enuş) bi daha ne
ayı ne domuz girebilir tarlana.” Köylü kadın seviniyor tabi. Hoca bi yandan
dualar okuyup bi yandan da elindeki bir ipi birkaç yerden bağlayarak, tarlanın
etrafını yedi kez dönüyor. “Tamamdır artık, korkma” diyor kadına ve gidiyor.
Aradan 10-15 gün geçtikten sonra kadın tarlasına gidip bakıyor ki; bir tek
sağlam mısır başağı kalmamış, hepsini ayı veya domuz yemiş bitirmiş. Kadın o
kızgınlıkla hocaya gidiyor, “Hani artık ayı-domuz giremeyecekti tarlama,
tarlamı talan etmişler, bir tek başak bile kalmamış” diyor. Hoca “Olmayacak yahu”
diyor, düşünüyor düşünüyor “Hay Allah” diyor, “Demak ben okurken domuz tarlanun
içindeydi da, hayvan dışarı çıkamadı, e haliylen da misiri biturdi.” Eh hayat bu oluyor böylesi “Saf”
işler, a’yi biraz ince okuyun lütfen.
Hopa’yı tek geçmek olmaz, iki
kısa fıkra daha...
Köylerde hayat, ahırda at,
koşumluk öküz, inek, dana, kapıda köpek, kümeste tavuk olduğu eski zamanlar.
Hopa’nın Hemşin köylerinden Xigoba’da bir hacı amcanın atı ölmüş. Hacı amca çok sevdiği, eli ayağı olan atının
ölümüne çok üzülmüş. Durumu gören komşusu teselli etmek istemiş, “Hacı, ne
üzülüyorsun senin atı alan Allahu teala sana başka bir at vermesini de bilur
helbet” demiş. Hacının cevabı ise “Eeee ben benum Allah’umi bilurum, benum
yirmi lirami almadan bana at mat vermez O” olmuş.
Hopa’dan son anlatı, malum eskiden biz Hemşinlilerin koyun
sürüleri vardı, şimdi Hopa’da tır sürüsü. Tır şoförünün birinin babası ölüyor.
İhtiyar, sekseni aşmış, hasta, erimiş ufak tefek bir adammış. Ölüyü hoca
yıkasın diye camiye götürmüşler. Hoca ölüyü yıkarken, ihtiyarın oğluna “Yıkama
işi bitiyor, hocaya bir şey vermek lazım”
diye hatırlatmışlar. Hocanın işi bitince adam hocaya yanaşmış, “Hoca ne
vereceğiz?” diye sormuş usulen. Hoca, “lli versen yeterlidir” deyince, ölünün
oğlu, “Hoca sen ne diyorsun, ben koca Tırı yirmi beş liraya yıkatiyorum, sen
küçücük babamı yıkadun elli lira mı istiyorsun?” der.
Şimdi Hopa’dan biraz aşağılara
Hemşin’e geçelim. Hemşinin günlük yaşamı
ile ilgili az sayıda çalışmadan biri, dergimizin de yazarı olan gazeteci Adnan
Genç’in Çalışkan Kadınlar Ülkesi Hemşin adlı kitabıdır. Güzel, eğlenceli bir
kitaptır, bulanların okumalarını tavsiye ederim. Bizim Hemşin köylerinde köy merkezinde
kahvehane, bakkal, bir de cami olur genellikle. İş dışındaki zamanlarda köyün
erkekleri genellikle came kapisi, ğhan kapi, bakkal kapı dedikleri bu yerde
toplanır. İşte öyle bir yaz ikindisi, millet kahvede, kimi kağit oynuyor, kimi
günlük meseleler, politika, muhabbet koyu, gırgır şamata vakit geçiyor. Aksilik bu ya köyün imamı yok ortalıkta, ya
balığa inmiş dereye, ya çarşıya gitmiştir, köylülerden biri okuyacak ezanı, ama
kim? Ezan vakti köylülerden biri “Ola bugün ezan yok midur?” diye sorunca,
öteden bir başkası cevabı yapıştırıyor “Git da oku daa!” Adam gitme heveslisi
değil ama... ezan da okunacak... çare yok kalkıyor, giderken de, “Bağa bakun,
nemaza geleceksanuz gideyim okuyayim, yoğ ise boşina afkurtmayun beni” diyor.
Gene bir başka gün bu kez müezzin kahvede öğlen vakti rehavet çökmüş, müezzin
ağır ağır gitmiş ezanı okumuş. Az sonra bakmışlar ki müezzin kahvede, kağıt
oynayanlardan biri soruyor “Ola ne çabuk geldun, nemaz bitti mi?” Müezzinin
sakin cevaplıyor “Nemaz kılmadum ki, ben okudum geldum.” Allah affetsin.
Hemşin denince Marmara’ya
Adapazarı ve Düzce’nin Hemşin köylerine uğramadan olmaz. Hikaye Hemşindeki’ne
benzer, Kocaalinin Açmabaşı köyü came kapısında, kahvede, çardağın altında
oturmuş insanlar, sohbet ediyor, kimisi tavla, kağıt oynuyor. Küçük minibüsü
ile bir seyyar satıcı geliyor, megafondan bir iki anons, iki çocuk uğruyor
yanına, bir ihtiyar bir şey soruyor. Yaz günü öğlen sıcağı, ortalık durgun.
Seyyar satıcı kenara çekip, kontağı kapatıyor, gelip çardak altında oturuyor
soluklanmaya. Hemşin köyü bu ya hava
espriye gebe demek ki, gene caminin imamı izinde. Laf atmalar, espriler içinde
çekişmeli bir tavla oyunu sürüyor, o sıra oyunculardan biri saatine bakıyor
“Nemaz zamanı da geldi” diyor. Öbürü “Hamit” diyor “senun abdestun vardur sen
git ezanı oku, ben da bir abdest alayım nemazı da ben kıldururum”. Seyyar
satıcı oyunun esprilerinden sanıyor oralı olmuyor. Birazdan oyunculardan biri
kalkıyor camiye doğru yürüyor, az sonra ezan başlıyor, seyyar satıcı
şaşkınlıkla etrafı süzüyor. Cemaatla birlikte camiye giren satıcı diğer tavla
oyuncusunun imamlık yaptığını görünce şaşkınlığı bir kat daha artıyor. Namaz
sonrası çardak altında tavla kaldığı yerden devam edince, seyyar satıcı artık
dayanamıyor; “Yahu, burası neresidir, siz kimsiniz, nasıl insanlarsınız böyle?”
diye şaşkınlıkla soruyor. Bizimkiler de her zaman ki doğallıklarıyla “Biz mi,
biz Hemşinliyiz, niye ki? ” diye soru ile karşılık veriyorlar. Sonra kendi
meşreplerince anlatıyorlar adama nasıl insanlar oluklarını, ama adam ne kadar
anlıyor, orası meçhul.
Yine o bölgenin ilçelerinin
birinin mahallesinde oturan Hemşinli amcalarımızdan biri ara sıra mahalle
camiinde müezzinlik yapmakta, imama yardımcı olmaktadır. Bi gün gene imam yok
iken iş başa düşüyor. (Ne hikmetse bu
matrak hikayeler de çoğunlukla imamın yokluğuna denk geliyor) Cemaat “Şükri
efendi nemazi sen kilduracaksin” diyor. Şükrü amca, “Yahu muezzinluk başka,
nemaz kıldurmak başka, yapamam” falan diyorsa da atıyorlar bunu öne. Cemaat saf
tutuyor, Şükrü amca başlıyor ikindi namazını kıldırmaya. Şükrü amca heyecandan
sessiz okunması gereken sureyi sesli okumaya başlayınca, cemaat uyarıyor
düzeltiyor. Bi ara da yerde okunması gereken süreyi ayakta okumaya başlayınca
kendisinin hemen arkasında saf tutan ağabeyi çoğunluğu Hemşinli olmayan cemaat
anlamasın diye Hemşince fısıldayarak “İda nestadz dağe gartuşi duvad gungadz
gartaser ana tsadze inçnusana inç ...... dzar gartoğes” (O, ki yerde okunacak
duayı ayakta okudun, aşağıya inince ne …...... okuyacaksin” diyor.
Yine Açmabaşı köyünden son bir
anekdot; bereket bu kez imam izinde değil ve de olayın bizzat kahramanlarından.
Açmabaşı köylüleri dindar oldukları kadar sportmen insanlardır da. Köyde hem
her türlü spor ilgiyle izlenir, hem de spor yapılır. Yukarıdaki anıdan
bildiğiniz üzere köyde dini bilgisi kuvvetli, imam-müezzin vazifesi görebilecek
insanlar zaman zaman cami imamına yardımcı olmaktadırlar.
Beşiktaş maçının olduğu bir akşam
köyün erkekleri cami kapısındaki kahvede toplanmış hep birlikte maç
seyrediyorlar. Fanatik Beşiktaş taraftarı olan imam da oradadır. İmam bir yandan
heyecanla maç seyrederken, arada sıkıntıyla saatine bakmaktadır, zira yatsı
namazı vakti yaklaşmaktadır. Nasıl yapsa da en azından ezanı köylülerden birine
yıksa. Ezan vakti geldiğinde imam, bir umut, birlikte maç seyrettikleri,
kendisi de imam olan arkadaşına dönerek “Hoca” der “Bu akşam şu yatsı ezanini
okusan, bir de namazı kıldırsan, büyük sevaba girersin.” Ancak futbola ilgisi
ondan geri kalmayan diğer hoca “Yağma yok, sen bu köyün kadrolu imamısın, git
görevini yap” diyerek bu cazip teklifi reddeder. Bunun üzerine imam, bu
heyecanlı maçı yarıda bırakarak mecburen kalkar, ezan okumaya gider. İmam aklı
maçta ezanı okur. Bir müddet sonra maç seyredenlerden birkaç dini bütün seyirci
de gecikerek de olsa camiye gelip saf tutarlar. İmam aceleden cemaatten ehil
birine namazı kıldırmasını rica eder ve kendisi diğer hocanın yanında saf
tutar, başlarlar yatsı namazının ilk sünnetini kılmaya. Maçı kaçırdı, skorun ne
olduğu içini kemirmektedir. Secdeye indiklerinde yanındaki hocanın duyacağı
şekilde “Maç kaç-kaç?” diye usulca sorar, ilkin şaşıran diğer hoca da mecburen
skoru söyler; 1-1. Skoru öğrendi, ama caba golleri kim attı? İmam kendini
tutamaz bu kez rükûa iken, “Golleri kim attı” diye soruverir. Diğer hocamız bu
duruma da kayıtsız kalamaz golleri atan futbolcuların isimlerini de söyleyip
secdeye iner.
Açmabaşı köyünde fiilen yaşanmış
olan bu olay, bugün hâlâ muhatapları tarafından meraklılara hoş bir anı olarak
anlatılmaktadır.
Şimdi Laz
komşularımızın deyimi ile bilinen Hemşilluğun dışına çıkalım. Dışına dediysem
de çok uzaklara değil Kaçkarların hemen güneyine İspir’e gidip bu yazıyı oradan
iki anekdotla bitirmek istiyorum. İş ilişkisi dolayısıyla tanıştığım bir hacı abimiz var. Muhabbeti
sever bir İspirlidir. Bir gün bir sohbette yakın arkadaşlarımdan birinin de
İspirin Karsor köyünden olduğunu söyleyince, muhabbet Karsor köyü üzerine
derinleşti. “O köy çok başkadır, İspir’in en okumuşları o köyden çıkar, farklı
insanlardır Karsorlular”, dedi ve aha da şunları anlattı, anekdot mudur, fıkra
mıdır ben seçemedim. Buyrun...
Bir inşaat
şantiyesinde çalışılmaktadır. Ramazan ayı gelir çatar. İnsanların büyük
çoğunluğu oruç tutuyor. İşçilerden yaşça diğerlerinden biraz daha büyük ve de
sağlıklı bir yapısı olan Karsor’lu Şahıgüzel dayı oruç tutmuyor. Bi gün
işçilerden biri Şahigüzel dayıya neden
oruç tutmadığını sorunca, Şahıgüzel dayı şöyle cevap veriyor “Ela benim
açlığınan bir derdim yok, 2-3 gün yemek yemeden dayana bilirem, ama oruci adet etmamişam bi kere” der.
Karsor’dan
diğer anlatı da şöyle. Ramazanda teravih namazlarını çok uzun bulan Karsorlular
köyden 3 kişilik bir heyet oluşturur ve İspir Müftüsüne yollarlar ki, bunu kısa
tutmanın dince uygun bir yolu var mıdır diye sorsunlar. Müftü misafirleri
odasına alır, dertlerini sorar, onlar da anlatırlar ki, böyle iken böyle...
Müftü köylülere teravih namazını kaç rekat kıldıklarını sorar. Köylüler 10
rekat yatsinun peşine 20 rekat diye cevap verince müftü; “Siz vitir vacib
kılmıyor musunuz?” diye sorar. Köylüler
yo hayır deyince müftü; “öyle şey olur mu, teravihin sonunda 3 rekat da vitir
vacip kılacaksınız” diyor Karsorlulara. Köylüler kös kös geri dönüyorlar. Köyde
merakla bekleyen insanlar bunların başları asık geldiklerini görünce, müftü
kabul etmedi her hal diye düşünüyorlar, gene de meramlarını yenemeyip sorunca,
heyetten biri “Biz teravih namazı uzundur kısalsın derken, müfti bi de fitil
ekledi kıçına” diyor.
Kaynak kişiler: Şerif Sarı(Sakarya), Yusuf Vayiç-Necdet
Aydın(Hopa), Ahmet Yazan(İspir)
Hikmet Akçiçek
Gor Dergisi Sayı 5-6 Sonbhar 2016- Bahar 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder