Sessiz gecenin çok geç bir saati içinde
orman huzursuzca kıpırdandı. Ağaçların arasında belli belirsiz bir hareket, bir
yürüyüş vardı. Sonsuz tabiatın her bir parçası, olmaması gereken bir iş
olduğunu anlamışçasına iç çekti.
Yürüyen, yolları biliyor fakat emin
olamıyor gibiydi. Yapraklarla dolu patikada nursuz bir gölgeydi. Elleri iki
yana açılıp kapanıyor, sarhoş gibi yalpalıyor ama yine de ayaklarını tembelce
sürüyerek yürüdüğü yoldan sapmamayı başarıyordu. Ağaç köklerinin coğrafi
haritalardaki nehirler gibi birbirine dolandığı, kıvrılıp büküldüğü kahverengi
patikadan ilerlemeyi sürdürdü ve köyün ilk evlerini geride bıraktı. Çok içmiş
ve hanesini şaşırmış bir sarhoş gibi sağa sola savrularak bir doğrultuda yürümeyi
sürdürdü.
Beyazlar içinde gibiydi. Lakin çok
kirletilmiş, ilk haline bir daha hiç dönemeyecek bir beyazdı giynindekinin
rengi. Birileri başından aşağı sayısız un çuvalı dökmüş olmalıydı. Kendisi de
giysilerinden hallice sayılmazdı. Yıpranmış, eskimiş, çürümüş gibiydi. Bir
vakitler olduğu biçimde bir daha hiç olamayacak gibiydi. Kazazedeler gibi yara
bere içindeydi. Bir felaketten mucize eseri kurtulmuş yahut gözünün yaşına
bakılmadan dövülüp hırpalanmış gibiydi…
Ölü gibiydi…
Kirli beyazın altında kararmış derisinin
parçaları ince çizgiler halinde beliriyor, iyice köhnemiş bir insan
sanılabilecekken, boş gözleri onu başka bir şey kılıyordu.
Kesme taştan temel duvarlarının üzerine
yığılmış asırlık tahtalarıyla geceye meydan okuyan konaklar birer birer bu tekinsiz
sarhoşun ardında kaldı. Evlerin içinde uykunun en derin yerinde debelenmeye
başladı gün boyu ahırlardakiler için gereken kışlık yemi taşımaktan yorgun
düşmüş köylüler. Kötü rüyalar görülür ve çocuklar beklenmedik çığlıklarla
seslenirken annelerine, sarhoş ucube devrilmeye yakın adımlarla yürümeyi
sürdürdü. Ormanın içinde yaklaştıkça beliriveren ağaç renginde evlerin
tahtaları gerilip esnedi, uğursuzca ötüp sustular sonra. Yaratığın yanından
geçtiği her ev, her yapı, her ağaç ve ağaçların arasında uyanık kalması icap
etmiş her mahluk, tuttuğu soluğu bıraktı, ferahladı, talihine şükretti.
Utanmaz adam evlerden birinin meşe
ağacından yapılma giriş kapısının önünde durdu. Bir süre rüzgara uymuş bir
kızılağaç gibi öne arkaya devindi. Üç katlı heyulayı ilk kez görürmüş gibi ağır
bir dikkatle seyretti.
****
Gürültüsünün varlığı ile değeri, sadece duyulmadığında
anlaşılabilen sesler vardır. Ormanın görünmez gece sakinleri ile rüzgarla fikir
paylaşan ıhlamurlar susunca gece siyah bir buz dağına döndü. Yalnız çok
aşağıda, vadinin ormanla kaplı eğiminin bittiği yerde Fırtına duyuluyordu.
İnatçı nehir, içinden geçtiği, içini deştiği vadinin uzak bir yükseltisinde
neler olup bittiğini bilmemenin rahatlığıyla çağlıyor, akıntısıyla dövdüğü
taşların kahkahaları rüzgarla incelip kalınlaşarak yükseliyor, tüm tabiata şen
şakrak yankılarla doluyordu.
Derenin sesi yaşayan herşeyden eskidir. O
yüzden duyulmaz. Hatra düştüğünde fark edilir Fırtına. Kulakta uzun zaman asılı
kalmış bir ezginin sahibini birden hatırlayıp, şarkıya eşlik etmeye başlamak
gibidir dereyi duymak. Çok az dinleyicinin geldiği şatafatlı bir konser
salonunda, sonsuza kadar müzik icra etmekle lanetlenmiş bir orkestra gibi. Hiç
sona ermeyeceğinden kimsenin alkışlamayacağı…
Lakin en karanlık uykuda dahi fark edilen
sesler de vardır. Köpek havlamaları, çocuk ağlamaları, ineklerin boyunlarına
takılmış çanlar yahut gecenin kör karanlığında kapıya indirilen uğursuz
yumruklar gibi.
****
Hepsi aynı anda geceye doldu. Kapıyı uzun
süre yumrukladı misafir. Geciktiği için mahçubiyet hissetmeyen topraklı bir
çığlıkla bağırdı sonra.
“Aç kapiyi Osman Efendi… Osman Efendi kapiyi
aç!”
Evin ahalisi, dehşetle ve hızla uyandı.
Kadınlar, ziyaretçinin dünyayı dolduran sesinden felce uğramış bir halde
ağlayan çocukları susturmaya çalıştı çaresizce. Erkeklerden biri, gençten bir
zat, geceliği, büyümüş gözleri ve nasıl kullanacağını kestiremediği bir tüfekle
zuhur etti. Bir diğeri elleri belinde kalakalmış, neden sonra gaz lambasını
yakmanın akıllıca olacağını düşünmüş ve harekete geçmişti. Fitili bir türlü
aleve veremiyor, durmadan “La ilahe illallah…” diye sayıklıyordu.
Evin yaşlı reisi bu vaziyette hiç
umulmayacak bir itidalle belirdiğinde, sesler kesildi. Bir elinde kalın bir
kitap tutuyor, diğer eliyle ak sakallarını sıvazlıyordu. Tüfekli olan, “Baba”
diye seslendi. “Bu nedur?” Lambayı sonunda yakabildiği için bir parça teskin
olmuş görünen diğer oğul da aynı soruyu gözleriyle sordu Osman Efendi’ye. Cevap
hepsini yeniden yerlerinden sıçratan ziyaretçinin o uğursuz emrinde belirdi. Kapının yumruklanmasıyla
tüm ev zelzeleye tutulmuş gibi sarsılır ve pencere camları yuvalarında tiz
çığlıklarla titreşirken ziyaretçi kükredi:
“Osman Efendi, kapiyi aç!”
Yaşlı adam evin önünü görebileceği bir
pencereye yürürken, sağ elinin işaret parmağını yavaşça dudaklarına götürdü.
Yalnızca giriş bölümündekilere yapılan bu ‘sus’ işaretini sanki tüm ev gördü.
Çocuklar, azalan şiddette iç çekişlerle sessizleşirken annelerinin hıçkırıkları
daha duyulur oldu. Kısa bir süre sonra evdeki herkes bütün hücreleriyle ayakta olduğu
halde, bütün gücüyle susmayı seçti. Osman Efendi perdeyi araladı ve dar bir
açıdan ziyaretçiyi bir parça görmeyi başardı. Perdeyi hızla kapattı ve
oğullarına döndü. Gergin ağzında tebessüme çalan ama tebessüm etmekle ilgisi
olmayan bir kıvrım belirdi. O kıvrımın içinden, duyanların inanamaz bakışlar
ile sıkılmaktan bembeyaz, korkmuş eklemlerle karşıladığı tek bir fısıltı
döküldü:
“Hortlak!”
Ziyaretçi, evdekilerin azalan iç
çekmelerini hızla yeniden yükselten tatsız çağrısını üçüncü kez yineledi.
Kapının açılmasını isteyen sesi, tüm köyü, tüm vadiyi tüm dünyayı doldururken
akılları başlarından gitmek üzere olan oğullar, kızlar, gelinler ve çocuklar
duaya başladılar.
“Okuun” dedi Osman Efendi. “Bilduğunguz ne
dua var ise okuun. Tesirlisi bu kitaptadur hamma siz de okuun.”
İkinci bir gaz lambası yakmayı başaran
büyük oğula, “Kardaşungun elinden tufeği al” dedi. “İşlemez buna. Duayilen
gidecek gelduği cehennema.”
Küçük oğul tüfeği isteksizce bırakıp
babasınına yanaştı. “Nedur bu?” dedi yeniden. “Bu nasi iş?”
“Olur, daha” dedi Osman Efendi. Hiçbir şeyi
hele de böyle sırlı bir şeyi açıklamaya vakit olmayışının sabırsızlığıyla sanki
uzaktaki birine söylenir gibi anlattı: “Gelurler böyle geceleri. Dedem
zamaninde bir kere daha olmiş idi. ‘Korkmezsen göstereyim’ dedi. ‘Korkmem
göster’ dedum. Bembeyaz kötü bi halde sallanurdi. ‘Korkmem’ dedum ama çikemedum
yataktan kaç gün…”
Parmakları kalın kitabın içinde dolaşır ve
doğru sözleri ararken, korkudan kaskatı kesildiği halde kendini pür dikkat
dinleyen dehşetli gözlere malumat vermeyi sürdürdü.
“Kötilerden olan hortlar kimi zaman.
Yaşarken musafir olduğu eva gelur uğursuz. Boş bulunur kapiyi açar isen serelur
hayata* kalur oyle. O evden heyir, bereket
beklema. Duasini okur isen sabah ezaninden once gider girer yerina. Korkmaan
hayde, bilaam duasini…”
Sayfanın üzerinde gezinen parmak sonunda
bir yerde durdu. Osman Efendi bir sandalyeye çöktü ve sabahın ilk ışıklarına
kadar sürecek olan duasına başladı. Dudakları sessizce kıpırdıyor, kapalı
gözleri solgun ışıkta titriyor, duanın sonuna doğru yükselen ‘amin’ler arasında
evin dışındaki uğursuzluğa umutlu nefesler üfleniyordu.
Bir daha zangırmadı ev ama kapıyı açıp
bakmaya yahut pencereden göz ucuyla bu uğursuz mahluğu kontrol etmeye cesaret
edilemedi kimse tarafından.
****
Gecenin bu karanlık havadislerini
duyanların duymayanlara anlatması gerekmemişti. Herkes herşeyi bilmekte ve
içten içe yolcunun bir sonraki yahut bir önceki evde soluklanmadığına
şükretmekteydi. Sessizlik yerini ışıklı sabahın gürültülerine bırakırken,
köylüler ‘geçmiş olsun’a geldi. Tövbeye gelmeye çağıranlar, günahların
bolluğundan dem vuranlar, hakim olamadıkları meraklarıyla dolu sorularını
kelimelerin ardında birikmiş korkulu fısıltılarla sormaya yeltenenler arasında
mezarlığa doğru ilerlediler.
En öndeki Osman Efendi ile oğullarını köyün
diğer adamları ile ahalisi takip etti. En çok korkan ve en hızlı unutan onlar
olduklarından çocuklar geride kalmalarına ilişkin sert sedalı emirleri
duymazdan geldi. Birbirine olabildiğince yakın durmaya gayret eden ürkmüş
kalabalık, tabutsuz bir cenaze alayı gibi hüzünle yürüyüp mezarlığa ulaştı.
Dünün kirli beyaz, nursuz ziyaretçisini
henüz bir hafta önce defnettikleri mezarın yanında buldular. Dehşet dolu
çığlıklar, dualarla gökyüzüne karışırken, çocuklar kaçıştı, bayılanlar,
kucaklanıp götürüldü, ayakta kalabilenler birbirine tutundu. Sabah ezanı
okunmadan mezarına dönmeyi başaramayan ziyaretçi, çürümeye yüz tutmuş bir
bacağı dışarıda olduğu halde uzanmış yatıyor, içinde hiç ışık kalmamış boş
gözleri ile köylüleri izliyordu.
“Sabah ezanina yetişemedi” dedi köylülerden
biri.
“Yetişemedi” diye onayladı Osman Efendi.
Dudaklarından yine sessiz dualar dökülüyor, içini buz gibi bir rüzgar yokluyor,
yine de arkasını dönüp kaçmayı beceremiyordu.
Birkan Yüksel
Gor Dergisi Sayı 4 Bahar 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder