Çamlıhemşin’den
oldukça yukarıda Çat köyü vardır ve oralı Yağcıoğlu İsmail’in anası, Tavariş’in
öz halasıdır. İsmail’in Pazar’a bağlı Talvat köyünde arazisi ve Moskova’da
fırını vardır. Yaşça çok büyüktür. Yağcıoğlu İsmail onu yanında Moskova’ya
götürdüğünde Tavariş henüz sekiz yaşındadır, yanında kendi oğlu Harun da
vardır.
O günlerin
Osmanlısı dört bir yanda toprak kaybetmekte ve büyük bir hızla kendi sonuna gitmektedir.
Ahaliyi düşünecek hali yoktur. Anayasa ikinci Abdülhamit tarafından 25 yıl önce
kaldırılmış ama hala yere indirilmemiştir. Ne bir parti faaliyeti vardır ne
parlamento. Basın sansür altındadır. Gurbet ise doğduğu yerde doyamayan herkes
gibi Hemşinli erkeklerin de tek gerçeğidir, küçük yaşta yakalanırlar. Aslında
orası çekmez, burası iter hep ve yine öyle olmuştur. Şimdi Almanya nasılsa o
yıllardaki Rusya da öyledir, çok sayıda yabancının arasında Hemşinliler de
oldukça fazladır.
Büyük olasılıkla
1905 yılında Moskova’ya geldiklerinde, köyde konuştuğu Türkçe dışında Arapça da
bilmektedir Recep. Sofioğlu diye bilinen bir ailedendir ve altı yaşında
başlatıldığı kursta bu dili iki sene boyunca adeta hafızlık yapacak derecede
öğrenmiştir. Köyde “Kuçukli’li Hala”
diye tanınan annesi, yayla dönüşünde Fırtına Deresine düşüp ölmüş, babası Kara
İbrahim ise zaten sağ değildir. O
aslında henüz hoca olmasa bile hafız Recep’tir. Bakmayın siz onun şimdi teyze
oğlunun Moskova’daki bir kısmı fırın bir kısmı lokanta olan “kostinça” denilen
içkili yerinde hem çalışıp hem Rusça öğrenmekte olduğuna.
Kendisine
“Tavariş” (arkadaş, yoldaş)diye seslenen bazı müşterilere onun da aynı şekilde
hitap ettiği zamanlardır. O günler Bolşevik Devrimi hazırlayan günlerdir.
Dükkandan
baktıklarında bazen Çar Nikola yanlısı kalabalıklara bazen de çeşitli devrimci
grupların düzenlediği (hatta bir keresinde Lenin’i de orada dinlediğini
söylediği) sokak gösterilerine tanık olmaktadırlar. Türkiye tarafı da
hareketlidir. 1908’de Abdülhamit rejimi devrilerek meşruti bir idareye geçilmiş,
çeşitli dernek, siyasi parti ve basınıyla başka bir siyasal hayat yaşamaktadır.
Yaşanan hal dünyanın genel halidir aslında.
Gurbete iyice
alıştığı 1914 yılı başlarıdır, işleri yolundadır, halaoğullarıyla beraber iyi
paralar kazanmaktadır fakat Moskova’da yaşanan iç karışıklıklar nedeniyle ne
olacakları belli değildir. Çarlık
hükümeti bir yandan doğu Karadeniz kıyılarındaki işgali yönetmekte, diğer
yandan da sosyal hareketlilikle boğuşmaktadır. Moskova’ya tedavi için getirilen
yaralı askerler tedavi olduktan sonra sokağa çıktıklarında genellikle
kostinçalara takılmakta, zaman zaman Tavariş’in çalıştığı yere de
uğramaktadırlar. Zaten Birinci Dünya Savaşı patlak vermiş, Rusya’daki
gurbetçilerin büyük kısmı Sibirya tarafına sürülüp kenara itilmiş, sınır dışı
edilmiş ve bir kısmı da Türkiye tarafındaki köyüne kaçmıştır.
Dükkandaki
masalara yayılan asker ve siviller yemeklerini yeyip içkilerini içerler, arada
bir sarhoş olup dağıtırlar. Sibirya sevkiyatlarının yaşandığı günlerde; rütbeli
askerin biri tezgahın önüne gelir, elindeki içki talikasını (maşrapa) kafasına
dikip bitirir ve sertçe tezgaha vurup Tavariş’ten doldurmasını ister. Briyantinleyip
yana taradığı saçlarıyla en fazla 18 yaşında yakışıklı bir delikanlıdır
Tavariş. Sarhoş askere bakmakta ve korkmaktadır. Talikayı doldurmak için
uzandığında, asker pençe gibi uzattığı avucuyla saçlarından yakalayıp tezgahın
üstüne bastırır, kılıcını boğazına dayar ve Karadeniz kıyılarındaki işgali
hatırlatıp “Sen karşı kıyıdan mısın?” diye sorar. Ne diyeceğini bilemeyen Tavariş,
burnunu hesaba katmasa da sarıya çalan saçları ve renkli gözlerine güvenerek
“ne Türk’ü yahu, ben Rus’um… Karşı kıyılarda savaş var, oralı olsam giderdim…
Ben buralıyım” diye bir cevap verir. Asker kılıcı kınına sokar, saçlarını
bırakır ve elini sırtına vurup “aferin, aferin” anlamına gelen şeyler söyler.
1914 veya 15 yıllarıdır. Rusya’da ekonomik iflasın yanında 1 milyondan fazla
asker kaçağı vardır, kargaşa çoğalmakta ve sokaktaki insana yansımaktadır. Türkiye
tarafında ise bir alt üst oluş yaşanmış, ülke küçülmüş, parçalanma tehlikesi baş
göstermiştir. Birkaç sene öncenin hakim gücü gibi gözüken İttihat ve Terakki ise
artık yoktur, kendini feshetmiştir. Doğu Karadeniz sahillerinde eşkıyalık almış
yürümüş, eline birer çakaralmaz tüfek geçirip çeteleşen her üç beş kişi, yoksul
halkın ahırındaki hayvanları alıp götürmekte ve çoğu zaman da kolluk kuvvetleriyle
bağlantılı çalışmaktadır. Böyle eşkiyalara karşı örgütlenip bir Cuma günü
kendilerini basmaya gelen askerlerle camide çatışmaya girip bir çavuşu
öldürdükten sonra adlarını duyuran ve diğer soyguncu eşkiyalarla yaşadıkları
çatışmalar nedeniyle “eşkiya her köye girer ama Haçapit’e giremez” sözünü
belleklere kazıyan İnce Memed tarzı eşkiyalar da vardı Haçapit’te (Ölen çavuşun
kara taştan yapılma mezarı caminin yanındadır ve başındaki mermerde “Meçul
Asker” yazmaktadır. Bu da başka bir yazının konusu olsun bari).
Kostinçanın fırın
tarafında insanlar ekmek almak için kuyruktadır. Tavariş, öne geçmeye çalışıp
habire konuşan bir kadını “tamam yahu sabret biraz!” diye azarlayıp arkasından
Türkçe küfür eder, kadın sakinleşir… Ve sıra kendisine geldiğinde, birkaç gün
önceki asker gibi saçlarına yapışır ve “Sen az önce kime küfür ediyordun!” diye
kükrer, okkalı bir tokat patlatır.
Ne kadar karışık
olsa da, Ruslar kendi ülkelerindedir. Fakat yabancılar tedirgindir ve bir an
önce burayı terk etmek istemektedirler. Önce Sibirya tarafına geçip kalma
imkanlarını araştıran Tavariş, kalamayacağını anlayınca Haçapit’e döner, daha
önce Arapça öğrendiği Tordavat (Kalecik) köyündeki medreseye bir süre daha
devam ettikten sonra askere yazılır ve Artvin’e yollanır. Aynı medresede
Haçapitli Rıfat Godri ve Adil Birben de eğitim görmektedir. Bu arada Karadeniz
kıyılarındaki Rus işgali bitmiş, Rusya tarafında Bolşevik devrimi yaşanmış ve
geçici hükumet kurulmuştur. Moskova’yı Tavariş’ten çok önce terk edip oradaki
dükkanı oğluna paslayan yaşlı halaoğlu İsmail ise, Erzurum’da fırın açmış ve
işleri diğer çocuklara devretmiştir. Yağcıoğlu ailesi bir yandan Erzurum’da
malcılık (koyun, keçi) yapmaktadır ve ayrıca İstanbul’da fırıncılıkla
uğraşmaktadır.
Askerliğini
bitirip eve dönen Tavariş ise evlenmiş, kafasında tekrar Moskova vardır fakat
eşi Çelenger’li Hala buna izin vermemektedir. Zaten ortalık yatışınca tekrar
dönmek üzere köye gelmiştir, nasılsa döneceğim diye kazandığı paranın büyük
kısmını orada bırakmıştır. Bir an önce, çocukluktan çıktığı Moskova’ya gidip
kendi dükkanını açma düşüncesindedir ve gider. Bir bölümü fırın diğer bölümü
içkili lokanta (gazino) olan bir “kostinça” sahibidir artık Tavariş. Sene
1918’dir ve dünya savaşı yeni bitmiştir. Rusya başka bir Rusya’dır, araftadır.
Çar 2. Nikola kardeşi lehine tahttan feragat etmiş ama kardeş prens devrimci
hareketten korktuğu için tahta oturmamış, rejim yıkılmış, Romanof Hanedanlığı
tarih sahnesinden inmiştir. Bir yanda burjuvalar ve eski rejim kalıntısı
güçlerce kurulan geçici fakat resmi bir hükumet, diğer yanda ise gayrıresmi de
olsa yoksul kitleleri temsil etme misyonunu yüklenmiş birkaç “Sovyet” vardır.
Bu arada dükkanında harıl harıl çalışmaktadır Tavariş. Bir süre sonra ortalık
yeniden hareketlenmiş, sokakları “bütün iktidar Sovyetler’e!” sloganı kaplamış,
geçici hükümet dönemi kapanmıştır. Rusya’yı (adı henüz Sovyetler Birliği
değildir) iç savaş günleri beklemektedir ki, zaten 1922 yılına kadar yaşanan da
odur.
Savaşın etkisiyle
bütün yabancılar ülkeyi terk etmeye başlamışlardır. Tavariş de bunu düşünmekte
ama artık bir daha geri dönmemek üzere düşünmektedir. Çünkü artık evlidir ve
köye döndükten sonra tekrar Moskova’ya gelmesi mümkün değildir. Dükkanı
satılığa çıkarır, 320 bin Manat’a satar (Aslında Rusya para birimi Ruble’dir
ama neden Manat denildiğini bilmiyorum). O tarihteki Türk parasıyla 20 bin
liraya denk gelmektedir. Tıka basa dolu iki çuval parası vardır. Bu kadar
parayla açıktan açığa gelemeyeceği için, kaçak yollar araştırır ve bir gece
vakti Batum’a geçer, yüklü bir ödeme yapıp kiraladığı Rize’li bir motorcu ile
beraber Hopa’ya gelir. Parasının bir kısmını bozdursa da, asıl büyük kısmı
torbalarda durmaktadır. Hepsini bozdurmaz, çünkü Rusya’daki iç savaş nedeniyle
manatlar biraz düşükten işlem görmektedir.
Bu arada devlet,
iyi derecede Arapça ve Rusça bilen Tavariş’ie kendisini İzmir Emniyet
Müdürlüğüne atadığını bildiren bir mektup yollar. Gurbetten iyice bıkmış olan
eşi Çelenger’li Hala (Fattime) gitmesini engeller, bırakmaz. Zaten çoluk çocuğa
karışmıştır, kendisi de gitmek istemez ama ticaret işi olmadığı için gitmek
istemez. Masa başı işler ona göre değildir. Sonraki yıllarda Trabzon Öğretmen
Okulu sınavını dereceye girerek kazanan oğlu Mustafa’yı “ben seni ticaret adamı
olarak görmek istiyorum” diyerek okula yollamak istememesinden anlıyoruz bunu. Moskova
dönüşünden bir ay kadar sonra Havza’da otel işleten İdris amcasını ziyarete
gittiğinde, amcası ona “bak yeğenim,
kazanmak için gençliğini verdiğin o paraları çarçur etme, gel sana şu gördüğün
araziyi alalım” der. Şimdiki Havza ilçesinin kurulduğu arazinin yarısı,
amcasının almayı önerdiği arazidir. Tavariş ise “yahu amca, ben gurbetten yeni döndüm,
neden gurbette arazi alayım ki… Köyde dere taştığında bizim bahçeleri götürüyor,
önce oraya bir taş duvar yaptırayım da sonra düşünürüz” der ve araziyi almaz.
Deredüzü dediğimiz bahçelerin dibindeki taş duvarlar, Tavariş’in Moskova
gurbetliğinde kazandığı paralarla yapılmıştır.
O elindeki
manatları daha iyi bir kurdan bozdurmayı bekleyedursun, bu arada Rusya’daki iç
savaşın sonuna gelinmiş, Bolşevikler kesin zaferini ilan etmiş, ülkenin adı
Sovyetler Birliği olmuş, eski para tedavülden kalkmış ve manatlar Tavariş’in
elinde patlamıştır. Çocukluk günlerimizde babaannemin “naliya”dan aşağı bize
“uşaklar alun siza bir suri para!” diye bağırıp boşalttığı torbalardaki
paralar… Akşamleyin kenarını kara ateşte tutuşturup şişeli gazyağı lambasını
yaktığımız geniş kağıtlar yani.
Çocuklar olarak
bize bu paralarla oyun oynamak; Tavariş’e ise önce Samsun Havza ve sonra (1954)
Zonguldak Çatalağzı’nda bir lokanta açıp bildiği ve yaparken mutlu olduğu işe
devam etmek düşmüştü. Eski bekar günlerdeki gibi bağımsız değildir hayat, eşini
köyde bıraksa bile yanında okula devam eden çocukları vardır artık.
Havza’da bulunduğu
günlerde, soyadı kanununa göre köyde soyadları alınmaktadır. Özel aile adları
olsa da, köydeki mahalle “Hubiyaroğlu” olarak bilinir ve eski kayıtlarda
herkesin adının başında bu sözcük geçer. Fakat nüfus memuruna ne
anlatacaksınız, onu kısaca “Haberal” olarak kayıtlara geçirir. Havza’da bulunan
Tavariş ile amcası “köydekiler ne soyadı aldılar acaba” diye
meraklanmaktadırlar. Kara İbrahim’den esinle şimdilik (köye gidince onlar gibi
değiştirilmek üzere) “Karaca” soyadında karar kılarlar ama bir daha değiştirmek
için uğraşamazlar, öylece kalır.
Hemşinli için her
gidilen gurbetin bir kesin dönüşü vardır. Tavariş kesin dönüş yaptığında, köyün
doğal fakat gayrıresmi imamıdır. Kendiliğinden öyledir, çünkü uygun birinin bu
işi yapması lazımdır ve yapar. Kadroya geçip resmi imam olmak istediğinde, ilkokul
diploması zorunluluğu çıkar karşısına. Bir zamanlar İzmir’e tayin edilmek
istenen Sofioğlu Recep, şimdi ilkokul diplomasına ihtiyaç duymaktadır. İlkokulu
dışarıdan bitirip diplomasını alır. Köyün kadrolu imamıdır, anadili gibi okuyup
yazdığı Arapçayı camide, Rusçayı ise kızgınlık anlarında ve özellikle de küfür
ederken kullanmaktadır artık.
Herkese “Tavariş”
diye seslenmesi nedeniyle adı öyle kalan eski günlerin hafızı, şimdinin
“Tavariş Hoca”sıdır artık. Köydeki tahta evin uzağında misafirler için yapılan
iki katlı “oda”, onun Alzheimer adlı hastalıktan ölene kadar yaşadığı mekanıdır.
Ömrünün bir kısmı cami ile oda arasında geçse de, bildik hocalar gibi değildir
hiç. Anlattığı şeyi dayatmaz, kimseyi mecbur tutmaz, “benim işim ve haddim buraya
kadar” der hep.
Tavariş Hoca
denildiğinde, genellikle kendi mekanında okuduğu mevlitler gelir aklımda. Şiir
gibi okur, hiç anlamam ama içime işlerdi. Büyük torunu olan ben eğer şimdi şiir
yazıyorsam bu nedenledir belki de. Onu hep özlüyorum ve bizim eski tahta evin
içinde, üstünden aşağı kara bir zincir (gelamur) uzanan kara ateşin başında
düşünüyorum. Gelamura asılan kara “getoğ”un içinde karalahana kaynıyordur
kesin. Elindeki topuz ile ise kara ateşte yanan komar eksilerini sıraya
koyuyor, dökülen közlere bakıp bir Yunus Emre şiiri mırıldanıyor kendi kendine…
Ve bitirirken Maksut amcası için bir dörtlük söylüyor.
Melodisiyle
birlikte hem de:
Ya ben ne yapayim
oğul Meksut’um
Hevalig’a hasir
urba kesturdum
Senunkini
desteletup asturdum
Aldanma dünyaya
soni elum var
İbrahim Karaca
Gor Dergisi Sayı 5-6 Sonbhar 2016- Bahar 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder