19 Şubat 2018 Pazartesi

Tavariş



Çamlıhemşin’den oldukça yukarıda Çat köyü vardır ve oralı Yağcıoğlu İsmail’in anası, Tavariş’in öz halasıdır. İsmail’in Pazar’a bağlı Talvat köyünde arazisi ve Moskova’da fırını vardır. Yaşça çok büyüktür. Yağcıoğlu İsmail onu yanında Moskova’ya götürdüğünde Tavariş henüz sekiz yaşındadır, yanında kendi oğlu Harun da vardır.

O günlerin Osmanlısı dört bir yanda toprak kaybetmekte ve büyük bir hızla kendi sonuna gitmektedir. Ahaliyi düşünecek hali yoktur. Anayasa ikinci Abdülhamit tarafından 25 yıl önce kaldırılmış ama hala yere indirilmemiştir. Ne bir parti faaliyeti vardır ne parlamento. Basın sansür altındadır. Gurbet ise doğduğu yerde doyamayan herkes gibi Hemşinli erkeklerin de tek gerçeğidir, küçük yaşta yakalanırlar. Aslında orası çekmez, burası iter hep ve yine öyle olmuştur. Şimdi Almanya nasılsa o yıllardaki Rusya da öyledir, çok sayıda yabancının arasında Hemşinliler de oldukça fazladır.
Büyük olasılıkla 1905 yılında Moskova’ya geldiklerinde, köyde konuştuğu Türkçe dışında Arapça da bilmektedir Recep. Sofioğlu diye bilinen bir ailedendir ve altı yaşında başlatıldığı kursta bu dili iki sene boyunca adeta hafızlık yapacak derecede öğrenmiştir. Köyde “Kuçukli’li  Hala” diye tanınan annesi, yayla dönüşünde Fırtına Deresine düşüp ölmüş, babası Kara İbrahim ise zaten sağ değildir.  O aslında henüz hoca olmasa bile hafız Recep’tir. Bakmayın siz onun şimdi teyze oğlunun Moskova’daki bir kısmı fırın bir kısmı lokanta olan “kostinça” denilen içkili yerinde hem çalışıp hem Rusça öğrenmekte olduğuna.

Kendisine “Tavariş” (arkadaş, yoldaş)diye seslenen bazı müşterilere onun da aynı şekilde hitap ettiği zamanlardır. O günler Bolşevik Devrimi hazırlayan günlerdir.

Dükkandan baktıklarında bazen Çar Nikola yanlısı kalabalıklara bazen de çeşitli devrimci grupların düzenlediği (hatta bir keresinde Lenin’i de orada dinlediğini söylediği) sokak gösterilerine tanık olmaktadırlar. Türkiye tarafı da hareketlidir. 1908’de Abdülhamit rejimi devrilerek meşruti bir idareye geçilmiş, çeşitli dernek, siyasi parti ve basınıyla başka bir siyasal hayat yaşamaktadır. Yaşanan hal dünyanın genel halidir aslında.

Gurbete iyice alıştığı 1914 yılı başlarıdır, işleri yolundadır, halaoğullarıyla beraber iyi paralar kazanmaktadır fakat Moskova’da yaşanan iç karışıklıklar nedeniyle ne olacakları belli değildir.  Çarlık hükümeti bir yandan doğu Karadeniz kıyılarındaki işgali yönetmekte, diğer yandan da sosyal hareketlilikle boğuşmaktadır. Moskova’ya tedavi için getirilen yaralı askerler tedavi olduktan sonra sokağa çıktıklarında genellikle kostinçalara takılmakta, zaman zaman Tavariş’in çalıştığı yere de uğramaktadırlar. Zaten Birinci Dünya Savaşı patlak vermiş, Rusya’daki gurbetçilerin büyük kısmı Sibirya tarafına sürülüp kenara itilmiş, sınır dışı edilmiş ve bir kısmı da Türkiye tarafındaki köyüne kaçmıştır.

Dükkandaki masalara yayılan asker ve siviller yemeklerini yeyip içkilerini içerler, arada bir sarhoş olup dağıtırlar. Sibirya sevkiyatlarının yaşandığı günlerde; rütbeli askerin biri tezgahın önüne gelir, elindeki içki talikasını (maşrapa) kafasına dikip bitirir ve sertçe tezgaha vurup Tavariş’ten doldurmasını ister. Briyantinleyip yana taradığı saçlarıyla en fazla 18 yaşında yakışıklı bir delikanlıdır Tavariş. Sarhoş askere bakmakta ve korkmaktadır. Talikayı doldurmak için uzandığında, asker pençe gibi uzattığı avucuyla saçlarından yakalayıp tezgahın üstüne bastırır, kılıcını boğazına dayar ve Karadeniz kıyılarındaki işgali hatırlatıp “Sen karşı kıyıdan mısın?” diye sorar. Ne diyeceğini bilemeyen Tavariş, burnunu hesaba katmasa da sarıya çalan saçları ve renkli gözlerine güvenerek “ne Türk’ü yahu, ben Rus’um… Karşı kıyılarda savaş var, oralı olsam giderdim… Ben buralıyım” diye bir cevap verir. Asker kılıcı kınına sokar, saçlarını bırakır ve elini sırtına vurup “aferin, aferin” anlamına gelen şeyler söyler. 1914 veya 15 yıllarıdır. Rusya’da ekonomik iflasın yanında 1 milyondan fazla asker kaçağı vardır, kargaşa çoğalmakta ve sokaktaki insana yansımaktadır. Türkiye tarafında ise bir alt üst oluş yaşanmış, ülke küçülmüş, parçalanma tehlikesi baş göstermiştir. Birkaç sene öncenin hakim gücü gibi gözüken İttihat ve Terakki ise artık yoktur, kendini feshetmiştir. Doğu Karadeniz sahillerinde eşkıyalık almış yürümüş, eline birer çakaralmaz tüfek geçirip çeteleşen her üç beş kişi, yoksul halkın ahırındaki hayvanları alıp götürmekte ve çoğu zaman da kolluk kuvvetleriyle bağlantılı çalışmaktadır. Böyle eşkiyalara karşı örgütlenip bir Cuma günü kendilerini basmaya gelen askerlerle camide çatışmaya girip bir çavuşu öldürdükten sonra adlarını duyuran ve diğer soyguncu eşkiyalarla yaşadıkları çatışmalar nedeniyle “eşkiya her köye girer ama Haçapit’e giremez” sözünü belleklere kazıyan İnce Memed tarzı eşkiyalar da vardı Haçapit’te (Ölen çavuşun kara taştan yapılma mezarı caminin yanındadır ve başındaki mermerde “Meçul Asker” yazmaktadır. Bu da başka bir yazının konusu olsun bari).

Kostinçanın fırın tarafında insanlar ekmek almak için kuyruktadır. Tavariş, öne geçmeye çalışıp habire konuşan bir kadını “tamam yahu sabret biraz!” diye azarlayıp arkasından Türkçe küfür eder, kadın sakinleşir… Ve sıra kendisine geldiğinde, birkaç gün önceki asker gibi saçlarına yapışır ve “Sen az önce kime küfür ediyordun!” diye kükrer, okkalı bir tokat patlatır.

Ne kadar karışık olsa da, Ruslar kendi ülkelerindedir. Fakat yabancılar tedirgindir ve bir an önce burayı terk etmek istemektedirler. Önce Sibirya tarafına geçip kalma imkanlarını araştıran Tavariş, kalamayacağını anlayınca Haçapit’e döner, daha önce Arapça öğrendiği Tordavat (Kalecik) köyündeki medreseye bir süre daha devam ettikten sonra askere yazılır ve Artvin’e yollanır. Aynı medresede Haçapitli Rıfat Godri ve Adil Birben de eğitim görmektedir. Bu arada Karadeniz kıyılarındaki Rus işgali bitmiş, Rusya tarafında Bolşevik devrimi yaşanmış ve geçici hükumet kurulmuştur. Moskova’yı Tavariş’ten çok önce terk edip oradaki dükkanı oğluna paslayan yaşlı halaoğlu İsmail ise, Erzurum’da fırın açmış ve işleri diğer çocuklara devretmiştir. Yağcıoğlu ailesi bir yandan Erzurum’da malcılık (koyun, keçi) yapmaktadır ve ayrıca İstanbul’da fırıncılıkla uğraşmaktadır.

Askerliğini bitirip eve dönen Tavariş ise evlenmiş, kafasında tekrar Moskova vardır fakat eşi Çelenger’li Hala buna izin vermemektedir. Zaten ortalık yatışınca tekrar dönmek üzere köye gelmiştir, nasılsa döneceğim diye kazandığı paranın büyük kısmını orada bırakmıştır. Bir an önce, çocukluktan çıktığı Moskova’ya gidip kendi dükkanını açma düşüncesindedir ve gider. Bir bölümü fırın diğer bölümü içkili lokanta (gazino) olan bir “kostinça” sahibidir artık Tavariş. Sene 1918’dir ve dünya savaşı yeni bitmiştir. Rusya başka bir Rusya’dır, araftadır. Çar 2. Nikola kardeşi lehine tahttan feragat etmiş ama kardeş prens devrimci hareketten korktuğu için tahta oturmamış, rejim yıkılmış, Romanof Hanedanlığı tarih sahnesinden inmiştir. Bir yanda burjuvalar ve eski rejim kalıntısı güçlerce kurulan geçici fakat resmi bir hükumet, diğer yanda ise gayrıresmi de olsa yoksul kitleleri temsil etme misyonunu yüklenmiş birkaç “Sovyet” vardır. Bu arada dükkanında harıl harıl çalışmaktadır Tavariş. Bir süre sonra ortalık yeniden hareketlenmiş, sokakları “bütün iktidar Sovyetler’e!” sloganı kaplamış, geçici hükümet dönemi kapanmıştır. Rusya’yı (adı henüz Sovyetler Birliği değildir) iç savaş günleri beklemektedir ki, zaten 1922 yılına kadar yaşanan da odur.

Savaşın etkisiyle bütün yabancılar ülkeyi terk etmeye başlamışlardır. Tavariş de bunu düşünmekte ama artık bir daha geri dönmemek üzere düşünmektedir. Çünkü artık evlidir ve köye döndükten sonra tekrar Moskova’ya gelmesi mümkün değildir. Dükkanı satılığa çıkarır, 320 bin Manat’a satar (Aslında Rusya para birimi Ruble’dir ama neden Manat denildiğini bilmiyorum). O tarihteki Türk parasıyla 20 bin liraya denk gelmektedir. Tıka basa dolu iki çuval parası vardır. Bu kadar parayla açıktan açığa gelemeyeceği için, kaçak yollar araştırır ve bir gece vakti Batum’a geçer, yüklü bir ödeme yapıp kiraladığı Rize’li bir motorcu ile beraber Hopa’ya gelir. Parasının bir kısmını bozdursa da, asıl büyük kısmı torbalarda durmaktadır. Hepsini bozdurmaz, çünkü Rusya’daki iç savaş nedeniyle manatlar biraz düşükten işlem görmektedir.

Bu arada devlet, iyi derecede Arapça ve Rusça bilen Tavariş’ie kendisini İzmir Emniyet Müdürlüğüne atadığını bildiren bir mektup yollar. Gurbetten iyice bıkmış olan eşi Çelenger’li Hala (Fattime) gitmesini engeller, bırakmaz. Zaten çoluk çocuğa karışmıştır, kendisi de gitmek istemez ama ticaret işi olmadığı için gitmek istemez. Masa başı işler ona göre değildir. Sonraki yıllarda Trabzon Öğretmen Okulu sınavını dereceye girerek kazanan oğlu Mustafa’yı “ben seni ticaret adamı olarak görmek istiyorum” diyerek okula yollamak istememesinden anlıyoruz bunu. Moskova dönüşünden bir ay kadar sonra Havza’da otel işleten İdris amcasını ziyarete gittiğinde,  amcası ona “bak yeğenim, kazanmak için gençliğini verdiğin o paraları çarçur etme, gel sana şu gördüğün araziyi alalım” der. Şimdiki Havza ilçesinin kurulduğu arazinin yarısı, amcasının almayı önerdiği arazidir. Tavariş ise “yahu amca, ben gurbetten yeni döndüm, neden gurbette arazi alayım ki… Köyde dere taştığında bizim bahçeleri götürüyor, önce oraya bir taş duvar yaptırayım da sonra düşünürüz” der ve araziyi almaz. Deredüzü dediğimiz bahçelerin dibindeki taş duvarlar, Tavariş’in Moskova gurbetliğinde kazandığı paralarla yapılmıştır.

O elindeki manatları daha iyi bir kurdan bozdurmayı bekleyedursun, bu arada Rusya’daki iç savaşın sonuna gelinmiş, Bolşevikler kesin zaferini ilan etmiş, ülkenin adı Sovyetler Birliği olmuş, eski para tedavülden kalkmış ve manatlar Tavariş’in elinde patlamıştır. Çocukluk günlerimizde babaannemin “naliya”dan aşağı bize “uşaklar alun siza bir suri para!” diye bağırıp boşalttığı torbalardaki paralar… Akşamleyin kenarını kara ateşte tutuşturup şişeli gazyağı lambasını yaktığımız geniş kağıtlar yani.
Çocuklar olarak bize bu paralarla oyun oynamak; Tavariş’e ise önce Samsun Havza ve sonra (1954) Zonguldak Çatalağzı’nda bir lokanta açıp bildiği ve yaparken mutlu olduğu işe devam etmek düşmüştü. Eski bekar günlerdeki gibi bağımsız değildir hayat, eşini köyde bıraksa bile yanında okula devam eden çocukları vardır artık.

Havza’da bulunduğu günlerde, soyadı kanununa göre köyde soyadları alınmaktadır. Özel aile adları olsa da, köydeki mahalle “Hubiyaroğlu” olarak bilinir ve eski kayıtlarda herkesin adının başında bu sözcük geçer. Fakat nüfus memuruna ne anlatacaksınız, onu kısaca “Haberal” olarak kayıtlara geçirir. Havza’da bulunan Tavariş ile amcası “köydekiler ne soyadı aldılar acaba” diye meraklanmaktadırlar. Kara İbrahim’den esinle şimdilik (köye gidince onlar gibi değiştirilmek üzere) “Karaca” soyadında karar kılarlar ama bir daha değiştirmek için uğraşamazlar, öylece kalır.

Hemşinli için her gidilen gurbetin bir kesin dönüşü vardır. Tavariş kesin dönüş yaptığında, köyün doğal fakat gayrıresmi imamıdır. Kendiliğinden öyledir, çünkü uygun birinin bu işi yapması lazımdır ve yapar. Kadroya geçip resmi imam olmak istediğinde, ilkokul diploması zorunluluğu çıkar karşısına. Bir zamanlar İzmir’e tayin edilmek istenen Sofioğlu Recep, şimdi ilkokul diplomasına ihtiyaç duymaktadır. İlkokulu dışarıdan bitirip diplomasını alır. Köyün kadrolu imamıdır, anadili gibi okuyup yazdığı Arapçayı camide, Rusçayı ise kızgınlık anlarında ve özellikle de küfür ederken kullanmaktadır artık.

Herkese “Tavariş” diye seslenmesi nedeniyle adı öyle kalan eski günlerin hafızı, şimdinin “Tavariş Hoca”sıdır artık. Köydeki tahta evin uzağında misafirler için yapılan iki katlı “oda”, onun Alzheimer adlı hastalıktan ölene kadar yaşadığı mekanıdır. Ömrünün bir kısmı cami ile oda arasında geçse de, bildik hocalar gibi değildir hiç. Anlattığı şeyi dayatmaz, kimseyi mecbur tutmaz, “benim işim ve haddim buraya kadar” der hep.

Tavariş Hoca denildiğinde, genellikle kendi mekanında okuduğu mevlitler gelir aklımda. Şiir gibi okur, hiç anlamam ama içime işlerdi. Büyük torunu olan ben eğer şimdi şiir yazıyorsam bu nedenledir belki de. Onu hep özlüyorum ve bizim eski tahta evin içinde, üstünden aşağı kara bir zincir (gelamur) uzanan kara ateşin başında düşünüyorum. Gelamura asılan kara “getoğ”un içinde karalahana kaynıyordur kesin. Elindeki topuz ile ise kara ateşte yanan komar eksilerini sıraya koyuyor, dökülen közlere bakıp bir Yunus Emre şiiri mırıldanıyor kendi kendine… Ve bitirirken Maksut amcası için bir dörtlük söylüyor.

Melodisiyle birlikte hem de:

Ya ben ne yapayim oğul Meksut’um
Hevalig’a hasir urba kesturdum
Senunkini desteletup asturdum
Aldanma dünyaya soni elum var

İbrahim Karaca
Gor Dergisi Sayı 5-6 Sonbhar 2016- Bahar 2017




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder