Hemşin
Gizemi isimli kitabı Türkçeye çeviren Bağdik Avedisyan’a (Sarkis Seropyan) bir
söyleşide Xaçapit (Haçapit) sözcüğünün ne anlama geldiğini sorduğumda “ahşap haç” yanıtını alınca, küllenmiş merakımın
uyanmakta olduğunu hissetmiştim. Doğup büyüdüğüm köyün adı, üstelik herhangi
bir tahta haçtan değil bizzat Hz. İsa’nın gerildiği o haçtan almıştı esinini.
Tıpkı Hırka-i Şerif Camii’nin herhangi bir hırkadan değil de direkt olarak Hz.
Muhammed’in hırkasından esin almış olduğu gibi. Bizim köyün, yaşlıların
anlatımlarından öğrendiğim kadarıyla, Zuğa köyünden gelen kardeşler tarafından
kurulmuş olduğunu biliyordum. İlk gelenler, bugün “Düzmahalle” denilen yere
yerleşmişler. Düzmahalle’de yerleşip çoğalanlar
“Xubiyarlılar” olarak anılmışlar ve hala da öyle anılırlar. Orta
Karadeniz’de Tokat-Almus, Amasya ve Sivas’ta yaşayan kimi Alevi toplulukları da
kendilerini dinsel-inançsal bir aidiyet duygusuyla “Hubyarlı” olarak
tanımlarlar. “Hub” sözcüğü hakiki, iyi veya güzel, “Yar” sözcüğü ise candan öte
bir dost, arkadaş veya yoldaş demektir.
Din
değiştirme baskıları çeşitli kavimler için geçerlidir. Hıristiyanlıktan
Müslümanlığa (Hıristiyanlıktan Sünni İslam’a) geçişleri çeşitli kaynaklarda
görürüz. Hıristiyanlıktan Aleviliğin Hubiyar koluna geçip sonra da bir biçimde
Suni İslama gelenlerin olduğunu dillendirenler de vardır. Haçapit’e daha sonra
yine Zuğa’dan Köseoğulları gelip yerleşmiş. Zuğa’dan Meleskur, İspir ve Erzurum
yönüne giden Pirim’lerin Meleskur’da kalanlarından bir kısmı daha sonra Xaçapit’e
gelmiş. Xaçapit köyünde bugün, saydıklarımıza ilave olarak Xiçiçler,
Çebukalılar, Toşioğlu, Pirpiroğlu, Ameşoğlu, Kasparoğlu, Salinoğlu,
Cinivizoğlu ve hatta Kürtoğlu gibi
adlarla anılan aileler mevcuttur. Soyadı Kanunu çıkmadan önce bu adları
kullanan aileler, kanundan sonra da birbirlerini genellikle eski aile adlarıyla
ifade etmeyi tercih ediyor. Çünkü kanunla birlikte her mahalle neredeyse toplu
olarak aynı soy adını almış. Nüfus memuru ‘olsun’ demiş, nüfus kağıtlarındaki
soyadları Köseoğlu, Pirim, Godri, Karaca, Tan, Şanal, Pirpir, Taş, Demirbaş
veya Küçük olmuş; ama büyük ağırlık Haberal ve Birben olarak yazılmış.
Gelenlerden önce Xaçapit’te herhangi bir yerleşimin olmadığını söyleyen
köylüler de dahil olmak üzere, buraya neden “Xaçapit” adının verildiğini kimse
bilmiyor. Ancak henüz köy olmadan önce bu bölgedeki bazı arazileri Basa’lar
adıyla tanınan bir sülaleden satın aldıkları söylenir. Basa’lar, günümüzde
Pazar eşrafından bir sülaledir. Laz veya Hemşinli olmadıkları söylenir.
Xaçapit’te
konuştuğumuz en yaşlılar, dedelerinden Türkçe dışında bir dil duymadıklarını
söyleseler de, köyün adı dahil olmak üzere yer ve nesne isimleri sorulduğunda
kafaları karışmaktadır. Bu yaşlıların dedeleri, geriye doğru gittiğimizde en
fazla 1800’lü yılları işaret eder. Köyün şenlenişi ise çok daha eskilere
dayanır. Bu bölgenin adını buraya gelmeden önce Xaçapit olarak bildikleri
varsayılsa bile, bahçelerine, tarlalarına ve arazilerine isimler seçerken Şaaxodut,
Beçxut, Punipos, Oxteneç, Cerex, Mozibadac, Palençparak, Minas, Xaçaçur, Çekelox, Meepos, Peğlut veya Xoybeic’i tercih etmeleri; günlük hayatlarında
kullandıkları deyimleri, nesneleri, bitkileri, hayvanları ve böcekleri ifade
ederken Getoğ, Cugal, Ongua, Agos, Cag, Cicer, Henguz, Cucul, Paçxa, Xavlilig,
Çexçexun, Gagut, Gurcumol, Gegit, Gegma, Xuçka, Xeçkel, Xalgin, Xoç, Kotit,
Mecex, Leğboig, Koknoç, Çekobal, Xeles, Onçxuda, Putsexti, Punagol, Pun, Tumb,
Puçxiş veya Esevaspac gibi Türkçe olmayan sözcüklerle yaşamaları, üstelik
günlük hayatlarında Türkçe dışında tek
bir cümle bile kuramazken bu sözcükleri yaşatmaları gizemli ve uzun bir öyküyü
anlatıyor bize.
Okuryazar
ve yüksek tahsil oranı oldukça yüksek olan Xaçapitlilerin belleğinde; ne nasıl
bir yolculuktan sonra bugüne geldiklerine dair herhangi bir belirti var, ne de
bunu irdeleme ve soru işaretleri arama merakı. Onlar Hemşinlidir ve Artvin’den
Çayeli’ye kadar uzanan güzergahtaki Laz, Gürcü, ve Horum komşularıyla birlikte
bir coğrafyayı paylaşıyorlar bugün. Kendilerini ise ırk ve gen derdine düşmeden
diğerleriyle aynı tablonun içinde parlak veya soluk, ama birbiriyle ahenkli
renkler olarak görüyor ve “Türk” olarak düşünüyorlar, o kadar. Yani bu, “ o ki
Türkiye bizim vatanımızdır, biz de Türküz.”
anlamına geliyor. Geçmişinde Türk veya Ermeni hangi etniğin olduğundan
öte, Türkiye’de yaşıyor olmaktan kaynaklanan ve ulus ismine vurgu yapan bir
Türklük duygusu vardır burada. Bu duygular sadece Haçapit’te değil, hemen her
Hemşin köyünde aynı şekilde ifade edilir. Dikkat edilirse, burada soya dayalı
olmayan bir Türk algısı vardır. Elbette ki Haçapitlilere birisi gelip bunları
öğretmemiştir. Onlar, üzerinde yaşadıkları memleketin ahalisi olarak
kendilerini “kaderde, kederde ve kıvançta” ifade eden, Orta Asya’ya gönderme
yapmayan bir Türklük vurgusuna sahiptirler ve ekmeklerini nasıl kazanacaklarının
derdindedirler.
Xaçapitliler
(diğer Hemşin köylerinde olduğu gibi) günlük yaşamlarında dinsel sözcüklere
vurgu yaparlar, mantığa ters bazı inançlara yer yer itibar ederler belki, ama bu
inançlar hayatlarını ve yaşam şekillerini yönetmez. Örneğin; “Akşam vakti evin
önüne (damlalığa) işemek iyi değildir” çünkü dışarısı zifiri karanlıktır ve
çocuklar evin aşağısındaki tuvalete gitmeye korkarlar. İhtiyaç için kapının
önünü kullandıklarında ise evin önü sidik kokar. Bunu engellemek için,
damlalığa çiş yapınca cinlerin ve perilerin devreye girebileceğini söylerler
(Çocukluğumuzda kaldı artık, şimdi tuvaletler evin içindedir ve kimsenin böyle
tembihler vermeye ihtiyacı kalmamıştır). Bu gibi sözlerin zamanla çıkış nedeni
unutularak inanış haline gelmesi doğaldır. Evin kapısını çiş için aralayan
çocuk, içinde bulunduğu o anda temizliği düşünmez belki, fakat cinler
tarafından çarpılma ihtimali onu engelleyebilir.
“Akşam
vakti tırnak kesmek iyi değildir” çünkü evde ne elektr ik
vardır, ne de tırnak makası. İnsanlar ya tıraş bıçağı ya da çakı kullanmak
zorundadır. Bu arada, tırnak yerine parmak doğranabilir. Fakat “Akşam tırnak
kesilirse melaikeler o akşam eve uğramazlar” dediğiniz anda ise, akan sular
durur.
Diyelim
ki, bin bir güçlükle kazılıp ekilen bir bahçeye dalıp bir kucak salatalık
çaldınız. Bahçenin sahibi sizin toprakta bıraktığınız ayak izini bez bir
torbaya koyup ateşin üstündeki zincire (gilimur’a veya Laz dilindeki
klemuri’ye) astıysa yandınız. Torbadaki toprak kurudukça siz de ayağınızın kuru
bir sopaya dönüştüğünü hissedeceksiniz. Çocuklar bir mezarı veya mezarlıkların
olduğu alanı parmakla işaret ettiklerinde, uğursuzluk getirmemesi veya o
parmağın bir gün çürüyüp düşmemesi için hemen işaret parmaklarını dişlerinin
arasına alıp ısırırlar ve ayaklarının altında hafifçe ezerler. Bu inanışı belki
hayal meyal hatırlayanlar çıkabilir. Çocuklar yüzlerce karıncanın bir arada
bulunduğu koloni veya yuva gördüklerinde, yuvanın üstüne doğru eğilip “tüh tüh tüh...
babamın parası çok olsun” derler.
Bir
diğer inanış ise, ay tutulması sırasında hayat bulur. Ayın başına musallat
olduğunu sandıkları ve ejderhaya benzettikleri fizikötesi gücün veya varlığın
geri çekilmesini sağlamak için, köylüler, ellerine geçirdikleri ses ve gürültü
üreten araçları kullanırlar. Ayın büyük bir sıkıntı çekiyor olduğu vurgulanır,
ezan okunur, sopalarla tenekelere vurulur, haykırılır, bağırılır, tulumlar
çalınır, bu arada tabanca ve tüfekler devreye girer. Bir süre sonra ay yavaş
yavaş yüzünü göstermeye başladığında, bu kez tabanca ve tüfekler başarmış
olmanın sevinciyle patlar. Bu inanış günümüzde tamamen unutulmuştur.
Yaşını
almayan çocuğun ölü yanına getirilmesi, mezarlık yakınından geçirilmesi veya
yatarken üstünden geçilmesi durumunda basılacağına inanılır. Çocuğun basılması
demek, kalıcı zihinsel veya bedensel hastalık riskine açık olma halidir. Çocuk
yatarken üstünden geçilmişse tekrar aynı şekilde geri geçilmelidir. Çocuğun
süpürgeyle dövülmesi ise onun ileride hırsız olma ihtimalini yükseltir.
Kırkayak görüldüğünde ağız açılmaz. Neden? Çünkü dişleriniz dökülebilir.
Elbiseniz üzerinizdeyken kopuk düğmesini dikmeye kalkarsanız, aklınızı da oraya
dikmiş olursunuz. Bunu önlemek için aynı iplikten bir parçayı dikiş bitene
kadar ağzınızda tutmalısınız. Dişi çakal (Libart) bağırıyorsa, yakın zamanda bu
köyde bir insan ölecek demektir. Kökleri İslamlık öncesi kim bilir hangi inanca
dayanan bu yerel davranışların, irdelendiğinde hayatın içindeki herhangi bir
pratikten kaynak aldığını görürüz. Burada örneklenen inanışlar sadece Xaçapit’te
değil bütün Hemşin köylerinde vardır ve biraz düşünülürse belki daha onlarcası
hatırlanabilir.
Anadolu’nun
kuraklık çeken çeşitli yerlerinde yapılan yağmur dualarına karşılık, bizde
güneş duası vardır. Bu bir duadan daha çok ayin niteliğindedir. Adına “Bubrik”
veya “Babra Bubrik” derler. Bubrik, bir çocuk törenidir. Haftalardır yağmakta
olan yağmura son vermek, güneşli günleri çağırmak amaçlı bir törendir. Bubrik,
haç şeklinde çakılan tahta veya sopalara kat kat çocuk elbisesi giydirilerek
hazırlanan, korkuluğa benzer bir makettir. İki kişi bu maketin yana açılmış
kollarından tutar, arkalarında köyün diğer çocuklarıyla kapı kapı dolaşırlar.
Geldikleri her evin kapısında şöyle bir tekerlemeyi seslendirip dolaşırlar:
Bubrik
bubrik ne ister/ Allah’tan güneş ister/ Yağ kabından yağ ister/ Tuz kabından
tuz ister/ Verenin bir koç oğlu/ Vermeyenin topal kızı olsun/ O da düşsün ateşe/
Yansın kül olsun.
Topladıkları
yağ, peynir, yumurta, un gibi maddelerle cami avlusunda yaktıkları ateşi
kullanarak koydukları bir tavada pişirirler, bir kısmını topluca yedikten sonra
geri kalanını mezarlara dağıtırlar. Yağmurun sona ermesi için bir diğer inanış
da, sacayağını damlalığa ters olarak bırakmaktır. Bu yöntem sonuç vermediğinde
Bubrik törenine başvurulur. Zamanında ben de çok bubrik dolaştırdım. Bubrik
benim çocukluğumdur.
Köy
düğünü nedir, hiç tanık olmayan şimdinin delikanlıları ve genç kızları, örneğin
bir “Selim Sayma” geleneğini nereden bilsinler? En son 1976- 77 yıllarında
bizzat katıldığım bir düğünde rastlamıştım Selim Sayma’ya. Gelin damat evine
getirildikten sonra düğüncüler sofraya oturduğunda hemen yemeğe başlamazlar,
aşçıya laf atarlar ve masaya hediyeler (el örgüsü yün çorap, tabanca mermisi
vs) geldikten sonra yemek yenilir. Selim Sayma’nın aşçıyı hedef alan sözleri
şöyledir:
Aşçı
dayı eyer eyer/ Bir kepçe kor iki sayar/ Bununla adam mı doyar/ Helessa
yalessa, Heyamola hissa ho.
Aşçı
dayı orda mısın/ Gene eski dinde misin/ Ermeniden dönme misin/ Helessa yalessa,
Heyamola hissa ho.
Artık
köy düğünleri bile kasabalardaki salonlara taşınmakta, gelin eline kına yakmak
yerine tırnaklarını ojelemekte, damat tr aştan
sonra kolonya sürmek yerine “after-shave” kullanmaktadır.
Dünyadaki
genel değişme, kültürleri ve sosyal hayatı da değiştirir. Bu değişmenin
etkileri olumlu veya olumsuz tablolar ortaya koyabilir. Geleneksel yapılar
çözülmeye başladığında, maddi kültürle birlikte manevi kültür de değişir, yer
yer erozyona uğrayabilir. Modern hayatın bir anlamda dayattığı yeni kültür,
gelenekte bulunan ve yüzyıllar boyu biçimlenen bazı saygın değerleri de
süpürür. Yeni hayat ve yeni kültür acımasız bir rekabetin eseridir ve bu hayata
artık dayanışma duyguları değil, ötekini geçme (alt etme) dürtüleri hakimdir.
Eskinin
zorluklarla yaratılan kimi maddi ve manevi değerleri şimdi daha basite
indirgenmiş, kullanıp atmayı yücelten yeni bir kültür (fast-food kültürü) hüküm
sürmektedir. Kolayca ulaşılan, kullanılan ve atılan bu kültür, kentlerde olduğu
kadar kırda da etkilidir. Kırdan gelip kentin banliyölerine yerleşen ve maddi
olarak kente, manevi olarak geleneğe bağlı olan insanların kendilerini yaratan
kültürle bağları zayıflamakta, gelenekte var olan hastalıklı değerlerle
birlikte saygın değerleri de değişime uğramakta, yok olmaktadır.
Bunların
yerine ne geçmektedir? Daha ilk kazandığı parayla taksitlerini ödemeye
başladığı TV’nin yaydığı yeni değerler. Kırsalda öğrendiği dayanışma
duygularından yoksun yaşam kavgası bütün zamanını ve benliğini kaplayan bu
kentte yaşayan köylü, kendine ait yeni değerler üretemez, çünkü eskiyi bile
koruyacak durumda değildir. Kentteki kuşatılmışlık karşısında yaptığı şey,
donuk bir “namus” kavramına ve varsa
yöre derneklerine sığınmaktır.
Ve
tabii ki bütün bunlar olup biterken, insanlar eski ve geri olandan
sıyrıldıklarını düşünmektedirler.
İbrahim Karaca
Gor Dergisi Sayı 1 Sonbahar 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder