18 Şubat 2018 Pazar

O Köy Bizim Köyümüzdür: Xaçapit




Hemşin Gizemi isimli kitabı Türkçeye çeviren Bağdik Avedisyan’a (Sarkis Seropyan) bir söyleşide Xaçapit (Haçapit) sözcüğünün ne anlama geldiğini sorduğumda “ahşap haç”  yanıtını alınca, küllenmiş merakımın uyanmakta olduğunu hissetmiştim. Doğup büyüdüğüm köyün adı, üstelik herhangi bir tahta haçtan değil bizzat Hz. İsa’nın gerildiği o haçtan almıştı esinini. Tıpkı Hırka-i Şerif Camii’nin herhangi bir hırkadan değil de direkt olarak Hz. Muhammed’in hırkasından esin almış olduğu gibi. Bizim köyün, yaşlıların anlatımlarından öğrendiğim kadarıyla, Zuğa köyünden gelen kardeşler tarafından kurulmuş olduğunu biliyordum. İlk gelenler, bugün “Düzmahalle” denilen yere yerleşmişler. Düzmahalle’de yerleşip çoğalanlar  “Xubiyarlılar” olarak anılmışlar ve hala da öyle anılırlar. Orta Karadeniz’de Tokat-Almus, Amasya ve Sivas’ta yaşayan kimi Alevi toplulukları da kendilerini dinsel-inançsal bir aidiyet duygusuyla “Hubyarlı” olarak tanımlarlar. “Hub” sözcüğü hakiki, iyi veya güzel, “Yar” sözcüğü ise candan öte bir dost, arkadaş veya yoldaş demektir.

Din değiştirme baskıları çeşitli kavimler için geçerlidir. Hıristiyanlıktan Müslümanlığa (Hıristiyanlıktan Sünni İslam’a) geçişleri çeşitli kaynaklarda görürüz. Hıristiyanlıktan Aleviliğin Hubiyar koluna geçip sonra da bir biçimde Suni İslama gelenlerin olduğunu dillendirenler de vardır. Haçapit’e daha sonra yine Zuğa’dan Köseoğulları gelip yerleşmiş. Zuğa’dan Meleskur, İspir ve Erzurum yönüne giden Pirim’lerin Meleskur’da kalanlarından bir kısmı daha sonra Xaçapit’e gelmiş. Xaçapit köyünde bugün, saydıklarımıza ilave olarak Xiçiçler, Çebukalılar, Toşioğlu, Pirpiroğlu, Ameşoğlu, Kasparoğlu, Salinoğlu, Cinivizoğlu  ve hatta Kürtoğlu gibi adlarla anılan aileler mevcuttur. Soyadı Kanunu çıkmadan önce bu adları kullanan aileler, kanundan sonra da birbirlerini genellikle eski aile adlarıyla ifade etmeyi tercih ediyor. Çünkü kanunla birlikte her mahalle neredeyse toplu olarak aynı soy adını almış. Nüfus memuru ‘olsun’ demiş, nüfus kağıtlarındaki soyadları Köseoğlu, Pirim, Godri, Karaca, Tan, Şanal, Pirpir, Taş, Demirbaş veya Küçük olmuş; ama büyük ağırlık Haberal ve Birben olarak yazılmış. Gelenlerden önce Xaçapit’te herhangi bir yerleşimin olmadığını söyleyen köylüler de dahil olmak üzere, buraya neden “Xaçapit” adının verildiğini kimse bilmiyor. Ancak henüz köy olmadan önce bu bölgedeki bazı arazileri Basa’lar adıyla tanınan bir sülaleden satın aldıkları söylenir. Basa’lar, günümüzde Pazar eşrafından bir sülaledir. Laz veya Hemşinli olmadıkları söylenir.

Xaçapit’te konuştuğumuz en yaşlılar, dedelerinden Türkçe dışında bir dil duymadıklarını söyleseler de, köyün adı dahil olmak üzere yer ve nesne isimleri sorulduğunda kafaları karışmaktadır. Bu yaşlıların dedeleri, geriye doğru gittiğimizde en fazla 1800’lü yılları işaret eder. Köyün şenlenişi ise çok daha eskilere dayanır. Bu bölgenin adını buraya gelmeden önce Xaçapit olarak bildikleri varsayılsa bile, bahçelerine, tarlalarına ve arazilerine isimler seçerken Şaaxodut, Beçxut, Punipos, Oxteneç, Cerex, Mozibadac, Palençparak, Minas,  Xaçaçur, Çekelox, Meepos, Peğlut veya Xoybeic’i  tercih etmeleri; günlük hayatlarında kullandıkları deyimleri, nesneleri, bitkileri, hayvanları ve böcekleri ifade ederken Getoğ, Cugal, Ongua, Agos, Cag, Cicer, Henguz, Cucul, Paçxa, Xavlilig, Çexçexun, Gagut, Gurcumol, Gegit, Gegma, Xuçka, Xeçkel, Xalgin, Xoç, Kotit, Mecex, Leğboig, Koknoç, Çekobal, Xeles, Onçxuda, Putsexti, Punagol, Pun, Tumb, Puçxiş veya Esevaspac gibi Türkçe olmayan sözcüklerle yaşamaları, üstelik günlük hayatlarında Türkçe dışında  tek bir cümle bile kuramazken bu sözcükleri yaşatmaları gizemli ve uzun bir öyküyü anlatıyor bize.

Okuryazar ve yüksek tahsil oranı oldukça yüksek olan Xaçapitlilerin belleğinde; ne nasıl bir yolculuktan sonra bugüne geldiklerine dair herhangi bir belirti var, ne de bunu irdeleme ve soru işaretleri arama merakı. Onlar Hemşinlidir ve Artvin’den Çayeli’ye kadar uzanan güzergahtaki Laz, Gürcü, ve Horum komşularıyla birlikte bir coğrafyayı paylaşıyorlar bugün. Kendilerini ise ırk ve gen derdine düşmeden diğerleriyle aynı tablonun içinde parlak veya soluk, ama birbiriyle ahenkli renkler olarak görüyor ve “Türk” olarak düşünüyorlar, o kadar. Yani bu, “ o ki Türkiye bizim vatanımızdır, biz de Türküz.”  anlamına geliyor. Geçmişinde Türk veya Ermeni hangi etniğin olduğundan öte, Türkiye’de yaşıyor olmaktan kaynaklanan ve ulus ismine vurgu yapan bir Türklük duygusu vardır burada. Bu duygular sadece Haçapit’te değil, hemen her Hemşin köyünde aynı şekilde ifade edilir. Dikkat edilirse, burada soya dayalı olmayan bir Türk algısı vardır. Elbette ki Haçapitlilere birisi gelip bunları öğretmemiştir. Onlar, üzerinde yaşadıkları memleketin ahalisi olarak kendilerini “kaderde, kederde ve kıvançta” ifade eden, Orta Asya’ya gönderme yapmayan bir Türklük vurgusuna sahiptirler ve ekmeklerini nasıl kazanacaklarının derdindedirler.

Xaçapitliler (diğer Hemşin köylerinde olduğu gibi) günlük yaşamlarında dinsel sözcüklere vurgu yaparlar, mantığa ters bazı inançlara yer yer itibar ederler belki, ama bu inançlar hayatlarını ve yaşam şekillerini yönetmez. Örneğin; “Akşam vakti evin önüne (damlalığa) işemek iyi değildir” çünkü dışarısı zifiri karanlıktır ve çocuklar evin aşağısındaki tuvalete gitmeye korkarlar. İhtiyaç için kapının önünü kullandıklarında ise evin önü sidik kokar. Bunu engellemek için, damlalığa çiş yapınca cinlerin ve perilerin devreye girebileceğini söylerler (Çocukluğumuzda kaldı artık, şimdi tuvaletler evin içindedir ve kimsenin böyle tembihler vermeye ihtiyacı kalmamıştır). Bu gibi sözlerin zamanla çıkış nedeni unutularak inanış haline gelmesi doğaldır. Evin kapısını çiş için aralayan çocuk, içinde bulunduğu o anda temizliği düşünmez belki, fakat cinler tarafından çarpılma ihtimali onu engelleyebilir.
“Akşam vakti tırnak kesmek iyi değildir” çünkü evde ne elektrik vardır, ne de tırnak makası. İnsanlar ya tıraş bıçağı ya da çakı kullanmak zorundadır. Bu arada, tırnak yerine parmak doğranabilir. Fakat “Akşam tırnak kesilirse melaikeler o akşam eve uğramazlar” dediğiniz anda ise, akan sular durur.

Diyelim ki, bin bir güçlükle kazılıp ekilen bir bahçeye dalıp bir kucak salatalık çaldınız. Bahçenin sahibi sizin toprakta bıraktığınız ayak izini bez bir torbaya koyup ateşin üstündeki zincire (gilimur’a veya Laz dilindeki klemuri’ye) astıysa yandınız. Torbadaki toprak kurudukça siz de ayağınızın kuru bir sopaya dönüştüğünü hissedeceksiniz. Çocuklar bir mezarı veya mezarlıkların olduğu alanı parmakla işaret ettiklerinde, uğursuzluk getirmemesi veya o parmağın bir gün çürüyüp düşmemesi için hemen işaret parmaklarını dişlerinin arasına alıp ısırırlar ve ayaklarının altında hafifçe ezerler. Bu inanışı belki hayal meyal hatırlayanlar çıkabilir. Çocuklar yüzlerce karıncanın bir arada bulunduğu koloni veya yuva gördüklerinde, yuvanın üstüne doğru eğilip “tüh tüh tüh... babamın parası çok olsun” derler.

Bir diğer inanış ise, ay tutulması sırasında hayat bulur. Ayın başına musallat olduğunu sandıkları ve ejderhaya benzettikleri fizikötesi gücün veya varlığın geri çekilmesini sağlamak için, köylüler, ellerine geçirdikleri ses ve gürültü üreten araçları kullanırlar. Ayın büyük bir sıkıntı çekiyor olduğu vurgulanır, ezan okunur, sopalarla tenekelere vurulur, haykırılır, bağırılır, tulumlar çalınır, bu arada tabanca ve tüfekler devreye girer. Bir süre sonra ay yavaş yavaş yüzünü göstermeye başladığında, bu kez tabanca ve tüfekler başarmış olmanın sevinciyle patlar. Bu inanış günümüzde tamamen unutulmuştur.

Yaşını almayan çocuğun ölü yanına getirilmesi, mezarlık yakınından geçirilmesi veya yatarken üstünden geçilmesi durumunda basılacağına inanılır. Çocuğun basılması demek, kalıcı zihinsel veya bedensel hastalık riskine açık olma halidir. Çocuk yatarken üstünden geçilmişse tekrar aynı şekilde geri geçilmelidir. Çocuğun süpürgeyle dövülmesi ise onun ileride hırsız olma ihtimalini yükseltir. Kırkayak görüldüğünde ağız açılmaz. Neden? Çünkü dişleriniz dökülebilir. Elbiseniz üzerinizdeyken kopuk düğmesini dikmeye kalkarsanız, aklınızı da oraya dikmiş olursunuz. Bunu önlemek için aynı iplikten bir parçayı dikiş bitene kadar ağzınızda tutmalısınız. Dişi çakal (Libart) bağırıyorsa, yakın zamanda bu köyde bir insan ölecek demektir. Kökleri İslamlık öncesi kim bilir hangi inanca dayanan bu yerel davranışların, irdelendiğinde hayatın içindeki herhangi bir pratikten kaynak aldığını görürüz. Burada örneklenen inanışlar sadece Xaçapit’te değil bütün Hemşin köylerinde vardır ve biraz düşünülürse belki daha onlarcası hatırlanabilir.

Anadolu’nun kuraklık çeken çeşitli yerlerinde yapılan yağmur dualarına karşılık, bizde güneş duası vardır. Bu bir duadan daha çok ayin niteliğindedir. Adına “Bubrik” veya “Babra Bubrik” derler. Bubrik, bir çocuk törenidir. Haftalardır yağmakta olan yağmura son vermek, güneşli günleri çağırmak amaçlı bir törendir. Bubrik, haç şeklinde çakılan tahta veya sopalara kat kat çocuk elbisesi giydirilerek hazırlanan, korkuluğa benzer bir makettir. İki kişi bu maketin yana açılmış kollarından tutar, arkalarında köyün diğer çocuklarıyla kapı kapı dolaşırlar. Geldikleri her evin kapısında şöyle bir tekerlemeyi seslendirip dolaşırlar:

Bubrik bubrik ne ister/ Allah’tan güneş ister/ Yağ kabından yağ ister/ Tuz kabından tuz ister/ Verenin bir koç oğlu/ Vermeyenin topal kızı olsun/ O da düşsün ateşe/ Yansın kül olsun.

Topladıkları yağ, peynir, yumurta, un gibi maddelerle cami avlusunda yaktıkları ateşi kullanarak koydukları bir tavada pişirirler, bir kısmını topluca yedikten sonra geri kalanını mezarlara dağıtırlar. Yağmurun sona ermesi için bir diğer inanış da, sacayağını damlalığa ters olarak bırakmaktır. Bu yöntem sonuç vermediğinde Bubrik törenine başvurulur. Zamanında ben de çok bubrik dolaştırdım. Bubrik benim çocukluğumdur.

Köy düğünü nedir, hiç tanık olmayan şimdinin delikanlıları ve genç kızları, örneğin bir “Selim Sayma” geleneğini nereden bilsinler? En son 1976- 77 yıllarında bizzat katıldığım bir düğünde rastlamıştım Selim Sayma’ya. Gelin damat evine getirildikten sonra düğüncüler sofraya oturduğunda hemen yemeğe başlamazlar, aşçıya laf atarlar ve masaya hediyeler (el örgüsü yün çorap, tabanca mermisi vs) geldikten sonra yemek yenilir. Selim Sayma’nın aşçıyı hedef alan sözleri şöyledir:

Aşçı dayı eyer eyer/ Bir kepçe kor iki sayar/ Bununla adam mı doyar/ Helessa yalessa, Heyamola hissa ho.
Aşçı dayı orda mısın/ Gene eski dinde misin/ Ermeniden dönme misin/ Helessa yalessa, Heyamola hissa ho.

Artık köy düğünleri bile kasabalardaki salonlara taşınmakta, gelin eline kına yakmak yerine tırnaklarını ojelemekte, damat traştan sonra kolonya sürmek yerine “after-shave” kullanmaktadır.

Dünyadaki genel değişme, kültürleri ve sosyal hayatı da değiştirir. Bu değişmenin etkileri olumlu veya olumsuz tablolar ortaya koyabilir. Geleneksel yapılar çözülmeye başladığında, maddi kültürle birlikte manevi kültür de değişir, yer yer erozyona uğrayabilir. Modern hayatın bir anlamda dayattığı yeni kültür, gelenekte bulunan ve yüzyıllar boyu biçimlenen bazı saygın değerleri de süpürür. Yeni hayat ve yeni kültür acımasız bir rekabetin eseridir ve bu hayata artık dayanışma duyguları değil, ötekini geçme (alt etme) dürtüleri hakimdir.
Eskinin zorluklarla yaratılan kimi maddi ve manevi değerleri şimdi daha basite indirgenmiş, kullanıp atmayı yücelten yeni bir kültür (fast-food kültürü) hüküm sürmektedir. Kolayca ulaşılan, kullanılan ve atılan bu kültür, kentlerde olduğu kadar kırda da etkilidir. Kırdan gelip kentin banliyölerine yerleşen ve maddi olarak kente, manevi olarak geleneğe bağlı olan insanların kendilerini yaratan kültürle bağları zayıflamakta, gelenekte var olan hastalıklı değerlerle birlikte saygın değerleri de değişime uğramakta, yok olmaktadır.

Bunların yerine ne geçmektedir? Daha ilk kazandığı parayla taksitlerini ödemeye başladığı TV’nin yaydığı yeni değerler. Kırsalda öğrendiği dayanışma duygularından yoksun yaşam kavgası bütün zamanını ve benliğini kaplayan bu kentte yaşayan köylü, kendine ait yeni değerler üretemez, çünkü eskiyi bile koruyacak durumda değildir. Kentteki kuşatılmışlık karşısında yaptığı şey, donuk bir “namus”  kavramına ve varsa yöre derneklerine sığınmaktır.

Ve tabii ki bütün bunlar olup biterken, insanlar eski ve geri olandan sıyrıldıklarını düşünmektedirler.


İbrahim Karaca
Gor Dergisi Sayı 1 Sonbahar 2014

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder