18 Şubat 2018 Pazar

Kimlik ve Öz Tartışmalarına Bir Bakış



“Boy boy fotoğraf çekip gidiyorsunuz,
söylediklerimizden bir satır yazmıyorsunuz!”

            2011 yılında, ‘İstanbul Hopa Dereleri Koruma Platformu”nun çağrısıyla gerçekleşen, Zendit ve Dzarğina köylerine yapılmak istenen Hes projesini ve proje sahibi Erva Enerji’yi protesto yürüyüşüne İstanbul’da yaşayan Hopalılarla beraber yüzlerce kişi katıldı. Geleneksel kıyafetleriyle yürüyüşe destek veren ve yaşam alanlarını yok edecek HES projesine karşı uzun süredir çetin bir mücadele veren Loçlu kadınlar, kendilerini çekmek istediklerini söyleyen, kişisel çıkarları için İngiliz kraliyet ailesini bile dinlediği ortaya çıkan Avustralyalı medya patronuna ait bir kanalın muhabiri genç kadını anında paylamışlardı: “Boy boy fotoğraf çekip gidiyorsunuz, söylediklerimizden bir satır yazmıyorsunuz!” Yıllardır verdikleri mücadele nedeniyle bir hayli tecrübe biriktirmiş kadınlar o günde haklı çıktılar: Basın açıklaması sonrası Galatasaray Meydanı’nda Hopalıların oynadığı horon birçok haber ajansı ve muhabir tarafından ilgiyle takip edilse de ertesi gün protesto yürüyüşü yalnızca alternatif medyada ve muhalif grupların yayın organlarında yer aldı. Loçlu kadınların geleneksel kıyafetlerine veya Hemşinlilerin horonuna büyük ilgi gösteren merkez medya ise yürüyüşle ilgili tek satır yazmamıştı.
            
Aslında merkez medyanın bu tutumu günümüzde kimliklerin nasıl tasnif edilip, kesin işaretlerle ve niteliklerle belirlendiğine dair iyi bir örnektir. Bu tasnife göre bazı işaretler ve kimlik öğeleri ‘yerel’ veya ‘geleneksel’ olarak kabul görüp farklı söylemlere dahil edilebilirken diğerleri kesin olarak dışarıda tutulur, hatta kabul gören ve dahil edilenlere değmeyen taleplere tek satırla bile değinilmez. Liberal ilkelerin kesin kurallar buyurduğu ‘çağdaş’ siyaset oyununda geçimlik tarım yaptıkları arazilere el koyulan Vietnamlı köylülere, biriken kredi borçlarını ödeyemediği için hayatını sonlandıran Hindistanlı köylülere, Kuzey Avrupalı büyük kağıt şirketleri için günde yarım (0,50) liranın altında bir para için çalışan Pakistanlı çocuklara sömürülüyor olmaları ya da geçimlerini sağlayamamaları nedeniyle bir göndermede bulunulmaz, bulunulamaz. Bu gibi ekonomik konumlara doğrudan göndermelerin imkansız hale geldiği çağdaş ve liberal toplumlarda ancak ‘kırılgan’ yerli halkların kültürel ve etnik taleplerinden söz edilebilir. Geçimlik tarım yaptıkları arazileri ellerinden alınan köylüler ya da sömürülen işçiler “ötekilikleri bastırılan” ‘yerli halk’ ya da ‘göçmenler’ haline gelir.[1] Kültürel olduğu sürece kabul görebilen talepler aslında üretilen imgeler, değişmez varsayılan nitelikler, tarihi yokmuş ve toplumsal çatışmaların sonucu değilmiş gibi ele alınan ayrımlar aracılığıyla kalıcı ve kendinde bir ‘doğal’ kimliği savunmak zorunda kalır.
            
Fakat kimliği niteleyen ne kültür ne de etnisite (tıpkı diğer kategoriler gibi) kendinde var olan, değişen durumlara karşı kalıcı olan tarihsiz idealar ya da tözler değildir. Latince kökeni itibariyle ekip biçme, tarım anlamını taşıyan kültür 16. yüzyılda ‘eğitim aracılığıyla yetişme/yetiştirme’ manasını kazanmıştır ve kültürün modern anlamıyla başat bir mefhum haline gelmesi ise ulus ve etnisite gibi kavramlara ihtiyaç duyulan 19. yüzyıla karşılık gelir (kültür yine ancak bu yüzyılda felsefeye konu olmuş ve bir ‘kültür felsefesi’ Yakınçağ’da mümkün olmuştur). Etnisite ise kültürden daha eski bir kavram olup Antik Yunan düşünce dünyasının bir ürünüdür. Kavramın içi bu kadim tarihi boyunca farklı biçimlerde doldurulmuştur: ethnos Homeros’ta beraber yaşayan insanlardan oluşan toplulukların yanında böcek ve kuş sürülerini de kapsarken Aristoteles farklı insan topluluklarının beraber yaşadığı polis’i aynı türden insanların beraber yaşadığı ethnos’un karşısına ‘gelişmiş’ bir politik düzen olarak koyar.[2] Fakat ulus devlet fikrinin geliştirildiği 19. yüzyılla  beraber etnisite ırk ve ulus bağlamını kazanmış, ardından 20. yüzyılda ırk ve ulus dışında kültürel grupları kapsar hale gelmiştir.[3]
            
19. yüzyılın ulus devlet inşası, kolonyalizm gibi politikaları içinde yeniden yorumlanan kültür ve etnisite kavramları aslında karşılıklı olarak birbirlerini tanımlar: bir etnik topluluğu diğerinden ayıran başta dil olmak üzere kültürel farklardır; kültür ise çoğunlukla bir etnik topluluğa ait kolektif geleneklere ve edinimlere karşılık gelir (Ermeni kültürü, Fransız kültürü, Türk kültürü gibi). Bu iki kavramın tarihine bu denli kısa soluklu bir göz atma bile kültürün ve etnisitenin ‘doğal’mış kabul edilebilecek, kalıcı ve ezeli ebedi nitelikler taşımadığını, aksine bunların farklı dönemlerin iktidar ilişkileri içinde yeniden yorumlanan ve içi doldurulan kavramlar olduğunu işaret eder. Söz konusu kavramların bugünkü anlamlarını kazanmaları için antropoloji ve sosyolojinin yanında istatistik ve biyoloji gibi bilimlerin ortaya çıkması gerekmiştir. Farklı topluluklar ve kültürleri bu bilimlerin ortaya koyduğu ilkelerden yola çıkarak incelenmiş, ‘gelişmişlik’ ölçütlerine göre bir sıralamaya yerleştirilmiş, bu bilimlerin meşru kıldığı etnik topluluklar arasındaki hiyerarşiye göre birinin ötekini sömürgeleştirmesi ve kültürünü sömürmesi hatta onu topyekun yok etmeye kalkışması ‘doğal’ olarak kabul edilmiştir.
            
Esasen bir topluluğu diğerinden ayırmak gibi bir işleve sahip kültür ve etnisiteyle özdeşleşmek ya da niteledikleri kimlikleri benimsemek ‘doğal’mış gibi algılansa da bu özdeşleşme tıpkı toplumsal cinsiyetin inşasında olduğu gibi özneye yapılan ‘seslenmeler’ ve zaman içinde belli belirsiz fakat biçimlendirilmiş tekrarlar sayesinde gerçekleşir.[4] Bu seslenmeler arasında söylediği şeyi yapmayı en fazla arzulayan, belki de amaçladığı şey en yapay olanlar en fazla tekrara ve en önemlisi zora ve yaptırıma ihtiyaç duyanlardır. Misal, her Türk asker doğmaz, önce aile ve yakın çevrede sonra başta okul ve farklı kurumlar aracılığıyla asker olmaya hazırlanır ve nihayet yaptırımla silah altına alınır. Yine bildirdiği şeyi yapmayı, inşa etmeyi amaçlayan ve bir kurucunun imzasını taşıyan sözler bir doğruluk değeri taşıyan yanlışlanabilir önermelerden tekrara ve yaptırıma duydukları ihtiyaç bakımından ayrılır. İster bir dilek-şart kipinde (Ne mutlu Türküm diyene!) ister emir halinde (Türk milletindenim diyen insan, her şeyden önce ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır!) olsun bildirdiği şeyi kurmayı amaçlayan bir bakıma ‘performatif’ bu tür sözler belki de her daim dengesiz, kırılgan ve başarısız olmaya mahkum olduğu için hep tekrara ve zora-yaptırıma ihtiyaç duyar. Türk milletini yaratmak için Türkçe dışında anadillerin yasaklandığı okullarda ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ deyişiyle biten antların tekrarlanması gerekmiştir. Emir kipi doğası gereği neyin bastırılması gerektiğini ve böylece neye karşı çıkılması gerektiğini doğrudan buyururken, ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ gibi evrenselci-cumhuriyetçi ‘dilek’ler ardındaki örnekselci şartları gizlemeyi başarır. Özdeşleşilmesi, benimsenmesi talep edilen tekil etnisitelerden biri, sayıca en kalabalık ya da en güçlü cemaattir ve herkesi eşit kılacak bir soyutlama değil diğer cemaatlerin ya da etnik toplulukların eşit olabilmesi için özdeşleşmesi zorunlu tekil bir örnektir.[5] Bir Türk için Türkçe konuşmak ve ‘Türk’üm’ demek, bir Hemşinli veya bir Laz ya da bir Kürt için aynı koşulları gerektirmez; Türk olan vatandaş eşitlik için kendi kimliğini üstlenirken eşit vatandaşlık için bir Hemşinli, Laz ya da Kürt önce etnik, tarihsel ve kültürel olarak kendini inkar etmek zorundadır. Bu garip denklemde, diğerleri gibi tikel bir örneğe (Türklük) dayalı eşit vatandaşlık soyutlamasına, farkları yok sayan bir türdeşliğe karşı bastırılan tikelliklerden (Hemşinliler, Ermeniler, Lazlar, Gürcüler, Kürtler; kısacası Türkiye’deki 30’a yakın etnik topluluktan) gelen itirazlar, örneğin kültürel kimliğin kabulü, milliyetçi akıl tarafından her daim siyasal birliği sarsacak bir eylem olarak okunur ve bastırılmaya çalışılır.[6]
           
Peki bastırılan kimlikleri, kimliği nedeniyle dışlanan ve hatta sömürülenlerin haklarını savunmanın,  silinmeye çalışılan farkları var etmenin kültürel görelilik ve özcülük, yani zorunlu tekille özdeşliğin dışında kalan farkları başka bir özdeşliğe indirgemenin, kısacası bir kimlikler hiyerarşisi sunan liberal çokkültürlüğün dışında bir yolu yok mudur? Pekala böyle bir olanak bulunur, çünkü hem kimliği niteleyen kültür ve etnisite sabit, değişmez kendinde şeyler değildir hem de kimliğin taşıyıcısı özneler bir dizi tarihsel olanak içinden farklı olanları gerçekleştirme imkanını taşır.
            
Somutlaştırayım, bugün Hemşinlilerin çoğunluğu geleneksel Hemşin coğrafyası ve bu coğrafyanın belirlediği alışılagelmiş Hemşin yaşam kalıplarının dışında hayatlarını sürdürür: 18. ve 19. yüzyıl Osmanlı iç göçleriyle Batı Karadeniz’de kurulan Hemşin köyleri dışında İstanbul, Ankara ve Bursa gibi büyükşehirlerde Hemşinliler evlerin ve mahallelerin birbirinden uzak olduğu, diğer topluluklardan ayrı alanlarda oturmazlar. Rize ve Artvin gibi Hemşinlilerin büyük gruplar halinde yaşadığı yerlerde bile bir tür tecridi gerektiren bu geleneksel kalıbı korumazlar. Bu kalıptan kopuş kuşkusuz bir yandan Hemşinlilere özgü kabul edilen hayat tarzını sonlandırırken diğer yandan bu hayat tarzının kurduğu ve onları diğer topluluklardan ayıran kültürlerinin ve, belki de artık en önemlisi, dillerinin varlığını da tehlikeye atmış görünmektedir. Göç ve modernleşmenin neden olduğu bu tehlike karşısında her topluluğun gösterdiği ilk tepki var olanı, yani aktarılmış haliyle geleneksel kalıpları ve dili, kısacası kültürü ‘muhafaza etmek’tir. Fakat etimolojisinin işaret ettiği gibi, kültürün varlığı olduğu gibi korunarak, muhafaza edilerek devam ettirilemez, kültür işlenerek devam ettirilebilecek bir olanaklar dizisidir; korunacak bir öz değil. Kaldı ki ne büyükşehirlerde yaşayan göçmen ya da artık oralı Hemşinliler ne de geleneksel Hemşin coğrafyalarında yaşayanlar o ‘öz’ kültürle aynı şekilde ilişki kurmamaktadır. Bugün sınıf ve statü bakımından ayrılmış, oldukları yerlere farklı güzergâhlar izleyerek gelmiş ve başka başka çıkarlar ve amaçlar taşıyan, yine farklı çevrelere dâhil, farklı hayat tarzlarına sahip ve bunlara bağlı olarak çatışan (HADİG ve etkinlikleri etrafında dönen tartışmaları hatırlayalım) bir ‘topluluk’la karşı karşıyayız. Toplumsal cinsiyete ve dağıtılan rollere eleştirel bakışların ve yeni yorumların yanında her kuşağın Hemşin kültürüyle ve kimliğiyle kurduğu farklı ilişkiler de hesaba katıldığında, aslında Hemşinlilik dediğimizde belirli imgelere, folklorik ve geleneksel öğelere sığdırılamayacak, rastgele seçilecek tekilliklere indirgenemeyecek bir çeşitlilikten ve çoğulluktan bahsetmekteyiz. Bu çeşitliliği temsil etmesi (örneğin, ‘Hemşinliler kimdir?’ sorusuna yanıt aramak) için başvurulacak her ‘öz’ bugün Hemşinlilerin kimlikleriyle kurdukları farklı farklı ilişkilerden kimini yok saymak, bir dizi tarihsel olanağa ket vurmak olacaktır.[7] Açıkçası, yalnızca bir kimliği bastıran ya da kısmen tanıyan iktidar(lar) değil bastırılan ve tanınmayı talep eden hareket de kimi olanakları dışarıda bırakan özdeşlikler kurma eğilimi taşıyabilir.

            Yukarıdaki soruya da geri dönersek, belli bir tarihsellik içinde hiyerarşi ve güç ilişkileri barındıran türdeşliklerle özdeşleşme, yani belirli kimlikleri benimseme zorunlu biçimde kimi nitelikler/olanaklar pahasına ötekilerin dışarıda bırakıldığı bir temsiliyet mekanizmasına sıkışmak zorunda değildir. Etnisiteyle ve kültürle kurulan farklı bağları, bunların yeniden yorumlanmalarını göz önünde tutmak hem temsiliyet ilişkilerine hem de kimliklere ve onları benimsemeye (belki de onları aşmaya) dair yeni bir tahayyülün ve politik olanakların önünü açabilir. Kimlikleri kuran tarihsel bağlara ve ‘şeylerin düzeni’ne eleştirel bir bakış kim olduğumuzu anlamaya ve bastırılan kimlikleri benimsemenin bizim için hangi olanakları (veya olanaksızlıkları) taşıdığını değerlendirmemize yardımcı olacaktır.

Öndercan Muti
Gor Dergisi Sayı 2 Bahar 2015



[1]- Slavoj Zizek, 1968, çev. Sabri Gürses, Encore, İstanbul, 2008.
[2]-MogensHermanHansen,  Reflections on Aristotle’sPolitics, MuseumTusculanumPress, Odder, 2013
[3]-Şükrü Aslan, Murat Arpacı, Öykü Gürpınar ve Sibel Yardımcı, Türkiye’nin Etnik Coğrafyası, MSGSÜ Bilimsel Araştırma Projeleri, 2013
[4]-JudithButler, PerformativeActsandGenderConstitution: An Essay in Phenomenologyand Feminist
Theory, “TheatreJournal”, Vol. 40, No.4 (Aralık. 1988), s. 519-531.

[5]-Zeynep Direk, Yasa, Adelet ve Siyaset, “Şiddetin Eleştirisi Üzerine”, Aykut Çelebi (der.), Metis, İstanbul, 2010.
[6]-A.g.e.
[7]-İnkar politikaları bir yana bırakıldığında, Hemşinlilerin tarihine ve geçmişine dair bilinenler mevcut durumlarına dair bilinenlerden daha fazladır. Yaşadıkları yerlere, ait oldukları çevrelere ve sınıf ve statü gibi farklı gruplara ve cinsiyetlerine göre Hemşinlilerin kimliklerinin getirdiği farkları nasıl yorumladıkları ve ifade ettiklerine dair ‘sanı’lardan başka bilgi yoktur. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder