“Boy boy fotoğraf çekip gidiyorsunuz,
söylediklerimizden bir satır yazmıyorsunuz!”
2011 yılında, ‘İstanbul Hopa
Dereleri Koruma Platformu”nun çağrısıyla gerçekleşen, Zendit ve Dzarğina
köylerine yapılmak istenen Hes projesini ve proje sahibi Erva Enerji’yi
protesto yürüyüşüne İstanbul’da yaşayan Hopalılarla beraber yüzlerce kişi
katıldı. Geleneksel kıyafetleriyle yürüyüşe destek veren ve yaşam alanlarını
yok edecek HES projesine karşı uzun süredir çetin bir mücadele veren Loçlu
kadınlar, kendilerini çekmek istediklerini söyleyen, kişisel çıkarları için
İngiliz kraliyet ailesini bile dinlediği ortaya çıkan Avustralyalı medya
patronuna ait bir kanalın muhabiri genç kadını anında paylamışlardı: “Boy boy
fotoğraf çekip gidiyorsunuz, söylediklerimizden bir satır yazmıyorsunuz!”
Yıllardır verdikleri mücadele nedeniyle bir hayli tecrübe biriktirmiş kadınlar
o günde haklı çıktılar: Basın açıklaması sonrası Galatasaray Meydanı’nda Hopalıların
oynadığı horon birçok haber ajansı ve muhabir tarafından ilgiyle takip edilse
de ertesi gün protesto yürüyüşü yalnızca alternatif medyada ve muhalif
grupların yayın organlarında yer aldı. Loçlu kadınların geleneksel
kıyafetlerine veya Hemşinlilerin horonuna büyük ilgi gösteren merkez medya ise
yürüyüşle ilgili tek satır yazmamıştı.
Aslında merkez medyanın bu tutumu
günümüzde kimliklerin nasıl tasnif edilip, kesin işaretlerle ve niteliklerle
belirlendiğine dair iyi bir örnektir. Bu tasnife göre bazı işaretler ve kimlik
öğeleri ‘yerel’ veya ‘geleneksel’ olarak kabul görüp farklı söylemlere dahil
edilebilirken diğerleri kesin olarak dışarıda tutulur, hatta kabul gören ve
dahil edilenlere değmeyen taleplere tek satırla bile değinilmez. Liberal
ilkelerin kesin kurallar buyurduğu ‘çağdaş’ siyaset oyununda geçimlik tarım
yaptıkları arazilere el koyulan Vietnamlı köylülere, biriken kredi borçlarını
ödeyemediği için hayatını sonlandıran Hindistanlı köylülere, Kuzey Avrupalı
büyük kağıt şirketleri için günde yarım (0,50) liranın altında bir para için
çalışan Pakistanlı çocuklara sömürülüyor olmaları ya da geçimlerini
sağlayamamaları nedeniyle bir göndermede bulunulmaz, bulunulamaz. Bu gibi
ekonomik konumlara doğrudan göndermelerin imkansız hale geldiği çağdaş ve
liberal toplumlarda ancak ‘kırılgan’ yerli halkların kültürel ve etnik
taleplerinden söz edilebilir. Geçimlik tarım yaptıkları arazileri ellerinden
alınan köylüler ya da sömürülen işçiler “ötekilikleri bastırılan” ‘yerli halk’
ya da ‘göçmenler’ haline gelir.[1]
Kültürel olduğu sürece kabul görebilen talepler aslında üretilen imgeler,
değişmez varsayılan nitelikler, tarihi yokmuş ve toplumsal çatışmaların sonucu
değilmiş gibi ele alınan ayrımlar aracılığıyla kalıcı ve kendinde bir ‘doğal’
kimliği savunmak zorunda kalır.
Fakat kimliği niteleyen ne kültür ne
de etnisite (tıpkı diğer kategoriler gibi) kendinde var olan, değişen durumlara
karşı kalıcı olan tarihsiz idealar ya da tözler değildir. Latince kökeni
itibariyle ekip biçme, tarım anlamını taşıyan kültür 16. yüzyılda ‘eğitim
aracılığıyla yetişme/yetiştirme’ manasını kazanmıştır ve kültürün modern
anlamıyla başat bir mefhum haline gelmesi ise ulus ve etnisite gibi kavramlara
ihtiyaç duyulan 19. yüzyıla karşılık gelir (kültür yine ancak bu yüzyılda
felsefeye konu olmuş ve bir ‘kültür felsefesi’ Yakınçağ’da mümkün olmuştur).
Etnisite ise kültürden daha eski bir kavram olup Antik Yunan düşünce dünyasının
bir ürünüdür. Kavramın içi bu kadim tarihi boyunca farklı biçimlerde doldurulmuştur:
ethnos Homeros’ta beraber yaşayan
insanlardan oluşan toplulukların yanında böcek ve kuş sürülerini de kapsarken
Aristoteles farklı insan topluluklarının beraber yaşadığı polis’i aynı türden insanların beraber yaşadığı ethnos’un karşısına ‘gelişmiş’ bir
politik düzen olarak koyar.[2]
Fakat ulus devlet fikrinin geliştirildiği 19. yüzyılla beraber etnisite ırk ve ulus bağlamını
kazanmış, ardından 20. yüzyılda ırk ve ulus dışında kültürel grupları kapsar
hale gelmiştir.[3]
19. yüzyılın ulus devlet inşası,
kolonyalizm gibi politikaları içinde yeniden yorumlanan kültür ve etnisite
kavramları aslında karşılıklı olarak birbirlerini tanımlar: bir etnik topluluğu
diğerinden ayıran başta dil olmak üzere kültürel farklardır; kültür ise
çoğunlukla bir etnik topluluğa ait kolektif geleneklere ve edinimlere karşılık
gelir (Ermeni kültürü, Fransız kültürü, Türk kültürü gibi). Bu iki kavramın
tarihine bu denli kısa soluklu bir göz atma bile kültürün ve etnisitenin
‘doğal’mış kabul edilebilecek, kalıcı ve ezeli ebedi nitelikler taşımadığını,
aksine bunların farklı dönemlerin iktidar ilişkileri içinde yeniden yorumlanan
ve içi doldurulan kavramlar olduğunu işaret eder. Söz konusu kavramların
bugünkü anlamlarını kazanmaları için antropoloji ve sosyolojinin yanında
istatistik ve biyoloji gibi bilimlerin ortaya çıkması gerekmiştir. Farklı
topluluklar ve kültürleri bu bilimlerin ortaya koyduğu ilkelerden yola çıkarak
incelenmiş, ‘gelişmişlik’ ölçütlerine göre bir sıralamaya yerleştirilmiş, bu
bilimlerin meşru kıldığı etnik topluluklar arasındaki hiyerarşiye göre birinin
ötekini sömürgeleştirmesi ve kültürünü sömürmesi hatta onu topyekun yok etmeye
kalkışması ‘doğal’ olarak kabul edilmiştir.
Esasen bir topluluğu diğerinden
ayırmak gibi bir işleve sahip kültür ve etnisiteyle özdeşleşmek ya da
niteledikleri kimlikleri benimsemek ‘doğal’mış gibi algılansa da bu özdeşleşme tıpkı
toplumsal cinsiyetin inşasında olduğu gibi özneye yapılan ‘seslenmeler’ ve zaman
içinde belli belirsiz fakat biçimlendirilmiş tekrarlar sayesinde gerçekleşir.[4]
Bu seslenmeler arasında söylediği şeyi yapmayı en fazla arzulayan, belki de
amaçladığı şey en yapay olanlar en fazla tekrara ve en önemlisi zora ve
yaptırıma ihtiyaç duyanlardır. Misal, her Türk asker doğmaz, önce aile ve yakın
çevrede sonra başta okul ve farklı kurumlar aracılığıyla asker olmaya
hazırlanır ve nihayet yaptırımla silah altına alınır. Yine bildirdiği şeyi
yapmayı, inşa etmeyi amaçlayan ve bir kurucunun imzasını taşıyan sözler bir
doğruluk değeri taşıyan yanlışlanabilir önermelerden tekrara ve yaptırıma duydukları
ihtiyaç bakımından ayrılır. İster bir dilek-şart kipinde (Ne mutlu Türküm
diyene!) ister emir halinde (Türk milletindenim diyen insan, her şeyden önce ve
mutlaka Türkçe konuşmalıdır!) olsun bildirdiği şeyi kurmayı amaçlayan bir
bakıma ‘performatif’ bu tür sözler belki de her daim dengesiz, kırılgan ve
başarısız olmaya mahkum olduğu için hep tekrara ve zora-yaptırıma ihtiyaç
duyar. Türk milletini yaratmak için Türkçe dışında anadillerin yasaklandığı
okullarda ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ deyişiyle biten antların tekrarlanması
gerekmiştir. Emir kipi doğası gereği neyin bastırılması gerektiğini ve böylece
neye karşı çıkılması gerektiğini doğrudan buyururken, ‘Ne mutlu Türküm diyene!’
gibi evrenselci-cumhuriyetçi ‘dilek’ler ardındaki örnekselci şartları gizlemeyi
başarır. Özdeşleşilmesi, benimsenmesi talep edilen tekil etnisitelerden biri,
sayıca en kalabalık ya da en güçlü cemaattir ve herkesi eşit kılacak bir
soyutlama değil diğer cemaatlerin ya da etnik toplulukların eşit olabilmesi
için özdeşleşmesi zorunlu tekil bir örnektir.[5]
Bir Türk için Türkçe konuşmak ve ‘Türk’üm’ demek, bir Hemşinli veya bir Laz ya
da bir Kürt için aynı koşulları gerektirmez; Türk olan vatandaş eşitlik için
kendi kimliğini üstlenirken eşit vatandaşlık için bir Hemşinli, Laz ya da Kürt
önce etnik, tarihsel ve kültürel olarak kendini inkar etmek zorundadır. Bu
garip denklemde, diğerleri gibi tikel bir örneğe (Türklük) dayalı eşit
vatandaşlık soyutlamasına, farkları yok sayan bir türdeşliğe karşı bastırılan
tikelliklerden (Hemşinliler, Ermeniler, Lazlar, Gürcüler, Kürtler; kısacası
Türkiye’deki 30’a yakın etnik topluluktan) gelen itirazlar, örneğin kültürel
kimliğin kabulü, milliyetçi akıl tarafından her daim siyasal birliği sarsacak
bir eylem olarak okunur ve bastırılmaya çalışılır.[6]
Peki bastırılan kimlikleri, kimliği
nedeniyle dışlanan ve hatta sömürülenlerin haklarını savunmanın, silinmeye çalışılan farkları var etmenin kültürel
görelilik ve özcülük, yani zorunlu tekille özdeşliğin dışında kalan farkları
başka bir özdeşliğe indirgemenin, kısacası bir kimlikler hiyerarşisi sunan
liberal çokkültürlüğün dışında bir yolu yok mudur? Pekala böyle bir olanak bulunur,
çünkü hem kimliği niteleyen kültür ve etnisite sabit, değişmez kendinde şeyler
değildir hem de kimliğin taşıyıcısı özneler bir dizi tarihsel olanak içinden
farklı olanları gerçekleştirme imkanını taşır.
Somutlaştırayım, bugün Hemşinlilerin
çoğunluğu geleneksel Hemşin coğrafyası ve bu coğrafyanın belirlediği
alışılagelmiş Hemşin yaşam kalıplarının dışında hayatlarını sürdürür: 18. ve
19. yüzyıl Osmanlı iç göçleriyle Batı Karadeniz’de kurulan Hemşin köyleri
dışında İstanbul, Ankara ve Bursa gibi büyükşehirlerde Hemşinliler evlerin ve
mahallelerin birbirinden uzak olduğu, diğer topluluklardan ayrı alanlarda oturmazlar.
Rize ve Artvin gibi Hemşinlilerin büyük gruplar halinde yaşadığı yerlerde bile
bir tür tecridi gerektiren bu geleneksel kalıbı korumazlar. Bu kalıptan kopuş
kuşkusuz bir yandan Hemşinlilere özgü kabul edilen hayat tarzını sonlandırırken
diğer yandan bu hayat tarzının kurduğu ve onları diğer topluluklardan ayıran
kültürlerinin ve, belki de artık en önemlisi, dillerinin varlığını da tehlikeye
atmış görünmektedir. Göç ve modernleşmenin neden olduğu bu tehlike karşısında her
topluluğun gösterdiği ilk tepki var olanı, yani aktarılmış haliyle geleneksel
kalıpları ve dili, kısacası kültürü ‘muhafaza etmek’tir. Fakat etimolojisinin
işaret ettiği gibi, kültürün varlığı olduğu gibi korunarak, muhafaza edilerek
devam ettirilemez, kültür işlenerek devam ettirilebilecek bir olanaklar
dizisidir; korunacak bir öz değil. Kaldı ki ne büyükşehirlerde yaşayan göçmen
ya da artık oralı Hemşinliler ne de geleneksel Hemşin coğrafyalarında
yaşayanlar o ‘öz’ kültürle aynı şekilde ilişki kurmamaktadır. Bugün sınıf ve
statü bakımından ayrılmış, oldukları yerlere farklı güzergâhlar izleyerek
gelmiş ve başka başka çıkarlar ve amaçlar taşıyan, yine farklı çevrelere dâhil,
farklı hayat tarzlarına sahip ve bunlara bağlı olarak çatışan (HADİG ve
etkinlikleri etrafında dönen tartışmaları hatırlayalım) bir ‘topluluk’la karşı
karşıyayız. Toplumsal cinsiyete ve dağıtılan rollere eleştirel bakışların ve
yeni yorumların yanında her kuşağın Hemşin kültürüyle ve kimliğiyle kurduğu
farklı ilişkiler de hesaba katıldığında, aslında Hemşinlilik dediğimizde
belirli imgelere, folklorik ve geleneksel öğelere sığdırılamayacak, rastgele
seçilecek tekilliklere indirgenemeyecek bir çeşitlilikten ve çoğulluktan
bahsetmekteyiz. Bu çeşitliliği temsil etmesi (örneğin, ‘Hemşinliler kimdir?’
sorusuna yanıt aramak) için başvurulacak her ‘öz’ bugün Hemşinlilerin
kimlikleriyle kurdukları farklı farklı ilişkilerden kimini yok saymak, bir dizi
tarihsel olanağa ket vurmak olacaktır.[7]
Açıkçası, yalnızca bir kimliği bastıran ya da kısmen tanıyan iktidar(lar) değil
bastırılan ve tanınmayı talep eden hareket de kimi olanakları dışarıda bırakan
özdeşlikler kurma eğilimi taşıyabilir.
Yukarıdaki soruya da geri dönersek,
belli bir tarihsellik içinde hiyerarşi ve güç ilişkileri barındıran
türdeşliklerle özdeşleşme, yani belirli kimlikleri benimseme zorunlu biçimde
kimi nitelikler/olanaklar pahasına ötekilerin dışarıda bırakıldığı bir
temsiliyet mekanizmasına sıkışmak zorunda değildir. Etnisiteyle ve kültürle
kurulan farklı bağları, bunların yeniden yorumlanmalarını göz önünde tutmak hem
temsiliyet ilişkilerine hem de kimliklere ve onları benimsemeye (belki de
onları aşmaya) dair yeni bir tahayyülün ve politik olanakların önünü açabilir.
Kimlikleri kuran tarihsel bağlara ve ‘şeylerin düzeni’ne eleştirel bir bakış kim
olduğumuzu anlamaya ve bastırılan kimlikleri benimsemenin bizim için hangi
olanakları (veya olanaksızlıkları) taşıdığını değerlendirmemize yardımcı
olacaktır.
Öndercan Muti
Gor Dergisi Sayı 2 Bahar 2015
[1]- Slavoj
Zizek, 1968, çev. Sabri Gürses, Encore, İstanbul, 2008.
[2]-MogensHermanHansen, Reflections on Aristotle’sPolitics,
MuseumTusculanumPress, Odder, 2013
[3]-Şükrü
Aslan, Murat Arpacı, Öykü Gürpınar ve Sibel Yardımcı, Türkiye’nin Etnik
Coğrafyası, MSGSÜ Bilimsel Araştırma Projeleri, 2013
[4]-JudithButler,
PerformativeActsandGenderConstitution: An
Essay in Phenomenologyand Feminist
Theory,
“TheatreJournal”, Vol. 40, No.4 (Aralık. 1988), s. 519-531.
[5]-Zeynep
Direk, Yasa, Adelet ve Siyaset, “Şiddetin
Eleştirisi Üzerine”, Aykut Çelebi (der.), Metis, İstanbul, 2010.
[6]-A.g.e.
[7]-İnkar
politikaları bir yana bırakıldığında, Hemşinlilerin tarihine ve geçmişine dair
bilinenler mevcut durumlarına dair bilinenlerden daha fazladır. Yaşadıkları
yerlere, ait oldukları çevrelere ve sınıf ve statü gibi farklı gruplara ve
cinsiyetlerine göre Hemşinlilerin kimliklerinin getirdiği farkları nasıl
yorumladıkları ve ifade ettiklerine dair ‘sanı’lardan başka bilgi yoktur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder