“Ben kimim?” “Biz
kimiz?” Hemşinler kimdir? Bu sorunun bir önemi var mıdır, nedir? Niçin –şimdi-
bu soruyu soruyoruz; mesela 20 ya da 50 yıl önce niye sormadık ya da sorduk mu?
Kimlik nedir ve nasıl tanımlanabilir? Kendimizi ifade etmek için neden bir
kimlik gerekiyor ya da gerekli mi? İnsanın kendini etnik, cinsel ya da dini
farklılıklarını öne çıkaracak şekilde kimliklenmesinin nedeni nedir? İnsanı ve
toplumu bir kimlik/özdeşlik olarak tanımlamanın teknikleri ve biçimleri
nelerdir? Bu “doğal” mıdır; yani evrensel bir merak mıdır yoksa belli tarihsel,
toplumsal koşulların sonucu mudur? Bir kimliğe mensubiyetin insana
katkısı/çıktısı nedir? Kimlikle ilgili daha birçok soru sorulabilir. Herhangi
bir vesile yapılan kimlik tartışmaları maalesef konu üzerinde hakkıyla
düşünülmeden yapılmakta ve dolayısıyla da hiçbir anlamlı sonuç elde
edilememektedir.
Kimlik kavramı, hem bir
analiz aracı olarak hem de bizzat politik gündemin merkezine yerleşmiş
hareketlerle alakalı kullanımları pek revaçta olmasına rağmen sanki üzerinde
konsensüse varılmış tek bir anlamı varmış gibi ele alınmaktadır. Dolayısıyla
çok kolaylıkla tartışma, dışlama ve inkâr duruşlarının berkitilmesi ile
sonuçlanmaktadır. Bu tam da kimlik sorununu doğuran sorundur: belli bir iktidar
ilişkileri bağlamında üretilmiş bazı “norm”ların, kimliklerin belli ahlaki
değerlerle özdeşleştirilerek “öteki”lerin, farklılıkların dışlanması,
aşağılanması. Bu da gösteriyor ki, kimlik tartışmasının esas bileşenlerinden
biri iktidar konusudur. Kimliği kim tanımlıyor, sorusu etrafında hâkim kimlik
ve “direniş kimliği” arasında yaşanan mücadelenin belli iktidar ilişkileri
dâhilindedir.
Kimlik tartışmalarının
düşünsel alanı doldurması ve kimlik hareketlerinin (feminizm, yerli ve
siyahların mücadeleleri, etnik ve dinsel hareketler, vb.)toplumsal muhalefet
hareketleri içinde öne çıkmaları genel olarak küreselleşme ile
ilişkilendirilmektedir. Bu yaklaşıma göre, küreselleşme, dünyaya hâkim
güçlerin, sosyalizmin tarihsel yenilgisinden sonra, kapitalizmin
alternatifsizliği söylemine yaslanarak, belli iktisadi ve siyasi politikalar
doğrultusunda dünyayı yeniden şekillendirmesinin hem ideolojisi hem de
pratikleridir. 1980’li yıllarda Reagan ve Thatcher adlarıyla özdeşleştirilen bu
politikalar Dünya Bankası, IMF gibi uluslar arası örgütlerce bütün ülkelere
benimsetildi. Bu politikaların makro düzeydeki ifadesini Washington Konsensüsü
olarak adlandırılan “on emir”de bulmaktayız: Bütçe ve vergi disiplini (bütçe
dengesine uyulması, zorunlu kesintilerin ve vergi oranlarının düşürülmesi),
gümrük duvarlarının kaldırılması ve rekabetçi değişim oranlarının saptanması
ile ticaretin serbestleşmesi, yabancı sermaye hareketlerine açılma, ekonominin
özelleştirilmesi, kuralsızlaşma ve rekabetçi piyasaların yerleşmesi, mülkiyet
haklerinin korunması, özellikle uluslararası oligopollerin teknolojik mülkiyet
haklarının korunması. “On emir”in uygulamasının önündeki temel engel olarak
iktisadi, idari, hukuki bir yapı olarak “ulus-devlet”, ideoloji olarak da ulusçuluk,
ulus temelli kurum ve(ya) yapıların aşındırılması, parçalanması hedeflendi.
Kimlik ve politikaları bu hedef doğrultusunda kullanılan alet setlerinden
biridir.
Bu anlayışa göre,
kimlik, “dış mihraklar”ın bir aracı olarak, “ulusal” birlikler karşısında,
insanlar arasında cinsel, etnik, dini, kültürel vb. farklılıkları öne çıkararak
“mikro-milliyetçilik”leri kışkırtmakta ve “gerici” bir işlevi yerine
getirmektedir. Ulus ve onunla alakalı diğer kurumlar, kuramlar, insanlık
tarihinin hedefi olan birlik ve bütünlük yolundaki ilerlemenin bir (üst)aşaması
olarak telakki edilir. Etnik, dinsel, kültürel vb. farklılıkların tarihsel
ilerleme içinde eriyerek ya da eritilerek tek bir “üst” kimlikte, “ulus”ta birleş(tiril)mesi
ilerlemenin, tarihin bir gereği ve gerçeğidir.
Bu modernleşme ya da
ilerleme telakkisine göre, dünya tarihi bir hedefe doğru ilerleyen çizgisel bir
hat izler. İnsan aklı sayesinde doğanın sırlarını çözerek ve gerçekliğin
evrensel yasalarını keşfederek, ilerlemenin gereklerini yerine getirebilir. Gerçekliğin
akıl tarafından bulunan ilkeleri tek ve mutlak olduğuna (“aklın yolu bir”
olduğuna) göre bütün insanların bu ilkeler etrafında birleşmesi en mantıklı,
rasyonel olandır. Bu rasyonalite temelinde 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başlarında
geleneksel kimliklerin modernlik ile beraber kısa sürede kaybolacağına
inanılmıştır. Fakat bu dünya görüşü, halklar, kimlikler ve ülkeler arasında
hiyerarşi ve sömürü ilişkilerine dayanan ve insanlığı iki büyük dünya savaşı ve
daha birçok felaket yaşatan mevcut dünya sistemi içinde inanılırlığını yitirmiş
ve sorgulanır hale gelmiştir. Geleneksel dayanışma kaynaklarının, etnik,
kültürel, dini vb. kimliklerin tahmin edildiğinden çok daha fazla dayanıklı
olması, yeni kuramların ileri sürülmesine yol açmıştır.
Kimlik tartışmalarının
küreselleşme ile beraber yükselmesi, önceki dönemde, modernleşme ile birlikte
ortaya çıkan kimlik politikalarının (ulusçuluk) neden olduğu sorunların,
gerilimlerin yarattığı krizlerin artık yönetilemez hale gelmesinin sonucudur.
Burada öncül olan farklılıkların, ötekilerin direnişi ve mücadelesidir.
Dolayısıyla kimlik krizi, modernizmin diğer krizleri (sınıfsal, ekolojik,
cinsel vb.) gibi, bütün yüzyılı kat ederek gelen ve artık çizmeyi aşan hadlere
ulaşan sorunlardır. Sorun modernleşmenin bir döneminin kimlik telakkisinin ve
politikasının, özdeş birey, ulus yaratma gayretlerinin, asimilasyon
politikalarının başarısız olması, “ötekiler”in, farklılıkların, dışlananların,
yerlilerin, direnişinin engellenememesidir. Küreselleşme, modernizmin bu
krizinin yarattığı sorunlara karşı, liberalizmin bu mücadeleleri
içselleştirmenin ve(ya) saf-dışı bırakmanın arayışıdır. Fakat küreselleşme
bağlamında ele alınan teknolojik gelişmeler, özellikle de iletişim
teknolojilerindeki gelişmelerin farklılıkların, kimliklerin vb. kendini daha
kolay ifade etme olanağı yarattığını belirtmek gerekir.
Dolayısıyla, kimlik
sorunu ve kimlik hareketleri, “dış mihraklar”ın bir oyunu olarak ele alınamaz.
Kimlik hareketleri, iktidarın tanımladığı normlara uymayanların, iktidarın
ötekileştirerek negatif değerlerle kodladığı farklılıkların tanınma
mücadelesidir. Fakat bu realite, kimlik hareketlerini “doğal olarak” iktidar
karşıtı yapmadığını da belirtmek gerekir. Yukarıda da belirtildiği gibi, küreselleşme
bu kimlikleri tanıyarak içselleştirme, onları kendi iktidarlarının bir ilişkisi
olarak yeniden tanımlama çabasıdır. Kimlik hareketlerinin önündeki en temel
handikap da burasıdır.
İktidarın tanımlama
çabalarına karşı kimliklerin tanınma mücadelesi başka kimlikler
ve tanınma mücadeleleri karşısında tanıma/ortaklıklar kurma çabası
içinde olmadıkça özdeşlik tuzağından ve iktidarın kapsama alanından çıkışı
mümkün gözükmemektedir. İktidar her düzeyde ve durumda “dışarıda” kalanı
yeniden kimliklendirerek, toplumsal uzamda sabitlemeye, özdeş kimlik olarak
“ötekiler”e yabancılaştırarak işler. Ben kimim sorusuna verilen her türlü cevap
bu açıdan özdeşliği, duruşu, yabancı olmayı ve tek boyutluluğu içerir. Ben
kimim sorusu, bir yönüyle olmuş-bitmiş olan bir durumu işaret etmektedir. Bu
soruya verilecek cevabın içeriğinin bir kısmını, içine doğduğumuz toplumun
özelliklerinin bizim suretimizdeki izleri bir kısmını da yine bu toplumsallaşma
süreci içinde bilinçli seçimlerimizin etkileri oluşturur. Kişinin sadece belli
bir özelliği, yönü ile tek boyutlu olarak etiketlenmesi ve bu etikete değer
atfetmesi onun toplumsal varlığına karşı yabancılaşmasını getirir. Bu haliyle
kimlik mücadeleleri iktidar ilişkilerinin daha da derinleşmesi, özelleşmesi
olmaktan başka bir “tehlike”si yoktur.
Kuşkusuz, kimlikler
çoğu zaman iktidar ile direnişin karşılaştığı noktalarda meydana gelme ve
ayrımlar koyma eğilimindedirler. Bu özellikleriyle iktidar ilişkileri
tarafından konan normların sorgulanması, reddedilmesi işlevine hizmet ederler.
Pratikte bu işlev, egemen sınıfların “resmi ideolojisi”nin ve aygıtlarının,
söylemlerinin kırılmasına hizmet edebilir. Ülkemizde, yıllardır Alevilerin,
Kürtlerin ve İslamcıların direnişleri, artık egemen sınıf tarafından da kabul
edildiği gibi, Cumhuriyet’in “ulus” projesinin (resmi ideoloji ve
kurumlaşmalarının) iflas etmesine neden olmuştur. Burjuvazinin egemenliğinin
söylem ve pratiklerinden oluşan “ulus” modelinin iflas etmesi, bütün sıcaklığı
ile yaşadığımız kriz durumunun bir boyutunu oluşturmaktadır.
Kimlik mücadelesinin bu
“devrimci” işlevine rağmen, bir noktadan sonra belli bir kimliğin kabul
edilmesi, o kimliğin oluşturduğu ayrımın dışında kalan ya da tümden o ayrımın
karşısında yer alan diğer kimliklerin reddedilmesi riskini de taşımaktadır. Bu
nedenle kimlik kategorileri ister baskıcı yapıların normalleştirici
kategorileri, isterse bu baskıyı özgürleştirici bir damarla tanımamanın
odaklaşma noktaları olsunlar, düzenleyici rejimlerin enstrümanları olmaya
eğimlidirler. Bu nedenle, kişinin belli bir kimliğini onaylatmak değil, bu
kimlik biçimleriyle özdeşleşme buyruğunu reddetmektir önemli olan. Belirli bir etnik,
dini ve cinsel biçimi yardımıyla ve aracılığıyla kimlik edinme zorunluluğunu
yerine getirmeyi reddetmek gerekir. Ezcümle, “Türküm”, “Kürtüm”, “Hemşinliyim”,
“Lazım”, “eşcinselim”, “Müslümanım”, “Aleviyim” demek değil esas mesele, esas
mesele, kendimizi niye böyle bir kimlikle ifade etmek durumunda olduğumuzdur.
Bu nedenle, kimlik
hareketlerinin iktidar karşıtı olması, “ben kimim” sorusunun yanına “ben ne
olabilirim” sorusunu da sorması gerekir. Çünkü bir insan gerçekte, toplumsal
ilişkiler bağlamında bir kimlikten çok daha fazlasına sahiptir. Buna rağmen,
kişinin sadece belli bir kimlikle özdeşlik kurması ve başkalarına karşı bu
yönünü öne çıkarması, negatif bir yüklenmedir. Bu temelde diğer kimlikler,
farklılıklar, ötekilere yönelen, onlarla hiyerarşik olmayan ortaklıklar kurma
gücüne, başarısına bağlıdır. Dolayısıyla her kimlik mücadelesi bir tanıma
mücadelesi ve başkalaşma mücadelesi de olmalıdır.
Cemil Aksu
Gor Dergisi Sayı 2 Bahar 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder