18 Şubat 2018 Pazar

KİMLİK VE İKTİDAR: Tanımlama, Tanınma, Tanıma



“Ben kimim?” “Biz kimiz?” Hemşinler kimdir? Bu sorunun bir önemi var mıdır, nedir? Niçin –şimdi- bu soruyu soruyoruz; mesela 20 ya da 50 yıl önce niye sormadık ya da sorduk mu? Kimlik nedir ve nasıl tanımlanabilir? Kendimizi ifade etmek için neden bir kimlik gerekiyor ya da gerekli mi? İnsanın kendini etnik, cinsel ya da dini farklılıklarını öne çıkaracak şekilde kimliklenmesinin nedeni nedir? İnsanı ve toplumu bir kimlik/özdeşlik olarak tanımlamanın teknikleri ve biçimleri nelerdir? Bu “doğal” mıdır; yani evrensel bir merak mıdır yoksa belli tarihsel, toplumsal koşulların sonucu mudur? Bir kimliğe mensubiyetin insana katkısı/çıktısı nedir? Kimlikle ilgili daha birçok soru sorulabilir. Herhangi bir vesile yapılan kimlik tartışmaları maalesef konu üzerinde hakkıyla düşünülmeden yapılmakta ve dolayısıyla da hiçbir anlamlı sonuç elde edilememektedir.

Kimlik kavramı, hem bir analiz aracı olarak hem de bizzat politik gündemin merkezine yerleşmiş hareketlerle alakalı kullanımları pek revaçta olmasına rağmen sanki üzerinde konsensüse varılmış tek bir anlamı varmış gibi ele alınmaktadır. Dolayısıyla çok kolaylıkla tartışma, dışlama ve inkâr duruşlarının berkitilmesi ile sonuçlanmaktadır. Bu tam da kimlik sorununu doğuran sorundur: belli bir iktidar ilişkileri bağlamında üretilmiş bazı “norm”ların, kimliklerin belli ahlaki değerlerle özdeşleştirilerek “öteki”lerin, farklılıkların dışlanması, aşağılanması. Bu da gösteriyor ki, kimlik tartışmasının esas bileşenlerinden biri iktidar konusudur. Kimliği kim tanımlıyor, sorusu etrafında hâkim kimlik ve “direniş kimliği” arasında yaşanan mücadelenin belli iktidar ilişkileri dâhilindedir.
Kimlik tartışmalarının düşünsel alanı doldurması ve kimlik hareketlerinin (feminizm, yerli ve siyahların mücadeleleri, etnik ve dinsel hareketler, vb.)toplumsal muhalefet hareketleri içinde öne çıkmaları genel olarak küreselleşme ile ilişkilendirilmektedir. Bu yaklaşıma göre, küreselleşme, dünyaya hâkim güçlerin, sosyalizmin tarihsel yenilgisinden sonra, kapitalizmin alternatifsizliği söylemine yaslanarak, belli iktisadi ve siyasi politikalar doğrultusunda dünyayı yeniden şekillendirmesinin hem ideolojisi hem de pratikleridir. 1980’li yıllarda Reagan ve Thatcher adlarıyla özdeşleştirilen bu politikalar Dünya Bankası, IMF gibi uluslar arası örgütlerce bütün ülkelere benimsetildi. Bu politikaların makro düzeydeki ifadesini Washington Konsensüsü olarak adlandırılan “on emir”de bulmaktayız: Bütçe ve vergi disiplini (bütçe dengesine uyulması, zorunlu kesintilerin ve vergi oranlarının düşürülmesi), gümrük duvarlarının kaldırılması ve rekabetçi değişim oranlarının saptanması ile ticaretin serbestleşmesi, yabancı sermaye hareketlerine açılma, ekonominin özelleştirilmesi, kuralsızlaşma ve rekabetçi piyasaların yerleşmesi, mülkiyet haklerinin korunması, özellikle uluslararası oligopollerin teknolojik mülkiyet haklarının korunması. “On emir”in uygulamasının önündeki temel engel olarak iktisadi, idari, hukuki bir yapı olarak “ulus-devlet”, ideoloji olarak da ulusçuluk, ulus temelli kurum ve(ya) yapıların aşındırılması, parçalanması hedeflendi. Kimlik ve politikaları bu hedef doğrultusunda kullanılan alet setlerinden biridir.

Bu anlayışa göre, kimlik, “dış mihraklar”ın bir aracı olarak, “ulusal” birlikler karşısında, insanlar arasında cinsel, etnik, dini, kültürel vb. farklılıkları öne çıkararak “mikro-milliyetçilik”leri kışkırtmakta ve “gerici” bir işlevi yerine getirmektedir. Ulus ve onunla alakalı diğer kurumlar, kuramlar, insanlık tarihinin hedefi olan birlik ve bütünlük yolundaki ilerlemenin bir (üst)aşaması olarak telakki edilir. Etnik, dinsel, kültürel vb. farklılıkların tarihsel ilerleme içinde eriyerek ya da eritilerek tek bir “üst” kimlikte, “ulus”ta birleş(tiril)mesi ilerlemenin, tarihin bir gereği ve gerçeğidir.
Bu modernleşme ya da ilerleme telakkisine göre, dünya tarihi bir hedefe doğru ilerleyen çizgisel bir hat izler. İnsan aklı sayesinde doğanın sırlarını çözerek ve gerçekliğin evrensel yasalarını keşfederek, ilerlemenin gereklerini yerine getirebilir. Gerçekliğin akıl tarafından bulunan ilkeleri tek ve mutlak olduğuna (“aklın yolu bir” olduğuna) göre bütün insanların bu ilkeler etrafında birleşmesi en mantıklı, rasyonel olandır. Bu rasyonalite temelinde 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başlarında geleneksel kimliklerin modernlik ile beraber kısa sürede kaybolacağına inanılmıştır. Fakat bu dünya görüşü, halklar, kimlikler ve ülkeler arasında hiyerarşi ve sömürü ilişkilerine dayanan ve insanlığı iki büyük dünya savaşı ve daha birçok felaket yaşatan mevcut dünya sistemi içinde inanılırlığını yitirmiş ve sorgulanır hale gelmiştir. Geleneksel dayanışma kaynaklarının, etnik, kültürel, dini vb. kimliklerin tahmin edildiğinden çok daha fazla dayanıklı olması, yeni kuramların ileri sürülmesine yol açmıştır.

Kimlik tartışmalarının küreselleşme ile beraber yükselmesi, önceki dönemde, modernleşme ile birlikte ortaya çıkan kimlik politikalarının (ulusçuluk) neden olduğu sorunların, gerilimlerin yarattığı krizlerin artık yönetilemez hale gelmesinin sonucudur. Burada öncül olan farklılıkların, ötekilerin direnişi ve mücadelesidir. Dolayısıyla kimlik krizi, modernizmin diğer krizleri (sınıfsal, ekolojik, cinsel vb.) gibi, bütün yüzyılı kat ederek gelen ve artık çizmeyi aşan hadlere ulaşan sorunlardır. Sorun modernleşmenin bir döneminin kimlik telakkisinin ve politikasının, özdeş birey, ulus yaratma gayretlerinin, asimilasyon politikalarının başarısız olması, “ötekiler”in, farklılıkların, dışlananların, yerlilerin, direnişinin engellenememesidir. Küreselleşme, modernizmin bu krizinin yarattığı sorunlara karşı, liberalizmin bu mücadeleleri içselleştirmenin ve(ya) saf-dışı bırakmanın arayışıdır. Fakat küreselleşme bağlamında ele alınan teknolojik gelişmeler, özellikle de iletişim teknolojilerindeki gelişmelerin farklılıkların, kimliklerin vb. kendini daha kolay ifade etme olanağı yarattığını belirtmek gerekir.

Dolayısıyla, kimlik sorunu ve kimlik hareketleri, “dış mihraklar”ın bir oyunu olarak ele alınamaz. Kimlik hareketleri, iktidarın tanımladığı normlara uymayanların, iktidarın ötekileştirerek negatif değerlerle kodladığı farklılıkların tanınma mücadelesidir. Fakat bu realite, kimlik hareketlerini “doğal olarak” iktidar karşıtı yapmadığını da belirtmek gerekir. Yukarıda da belirtildiği gibi, küreselleşme bu kimlikleri tanıyarak içselleştirme, onları kendi iktidarlarının bir ilişkisi olarak yeniden tanımlama çabasıdır. Kimlik hareketlerinin önündeki en temel handikap da burasıdır.

İktidarın tanımlama çabalarına karşı kimliklerin tanınma mücadelesi başka kimlikler ve tanınma mücadeleleri karşısında tanıma/ortaklıklar kurma çabası içinde olmadıkça özdeşlik tuzağından ve iktidarın kapsama alanından çıkışı mümkün gözükmemektedir. İktidar her düzeyde ve durumda “dışarıda” kalanı yeniden kimliklendirerek, toplumsal uzamda sabitlemeye, özdeş kimlik olarak “ötekiler”e yabancılaştırarak işler. Ben kimim sorusuna verilen her türlü cevap bu açıdan özdeşliği, duruşu, yabancı olmayı ve tek boyutluluğu içerir. Ben kimim sorusu, bir yönüyle olmuş-bitmiş olan bir durumu işaret etmektedir. Bu soruya verilecek cevabın içeriğinin bir kısmını, içine doğduğumuz toplumun özelliklerinin bizim suretimizdeki izleri bir kısmını da yine bu toplumsallaşma süreci içinde bilinçli seçimlerimizin etkileri oluşturur. Kişinin sadece belli bir özelliği, yönü ile tek boyutlu olarak etiketlenmesi ve bu etikete değer atfetmesi onun toplumsal varlığına karşı yabancılaşmasını getirir. Bu haliyle kimlik mücadeleleri iktidar ilişkilerinin daha da derinleşmesi, özelleşmesi olmaktan başka bir “tehlike”si yoktur.

Kuşkusuz, kimlikler çoğu zaman iktidar ile direnişin karşılaştığı noktalarda meydana gelme ve ayrımlar koyma eğilimindedirler. Bu özellikleriyle iktidar ilişkileri tarafından konan normların sorgulanması, reddedilmesi işlevine hizmet ederler. Pratikte bu işlev, egemen sınıfların “resmi ideolojisi”nin ve aygıtlarının, söylemlerinin kırılmasına hizmet edebilir. Ülkemizde, yıllardır Alevilerin, Kürtlerin ve İslamcıların direnişleri, artık egemen sınıf tarafından da kabul edildiği gibi, Cumhuriyet’in “ulus” projesinin (resmi ideoloji ve kurumlaşmalarının) iflas etmesine neden olmuştur. Burjuvazinin egemenliğinin söylem ve pratiklerinden oluşan “ulus” modelinin iflas etmesi, bütün sıcaklığı ile yaşadığımız kriz durumunun bir boyutunu oluşturmaktadır.

Kimlik mücadelesinin bu “devrimci” işlevine rağmen, bir noktadan sonra belli bir kimliğin kabul edilmesi, o kimliğin oluşturduğu ayrımın dışında kalan ya da tümden o ayrımın karşısında yer alan diğer kimliklerin reddedilmesi riskini de taşımaktadır. Bu nedenle kimlik kategorileri ister baskıcı yapıların normalleştirici kategorileri, isterse bu baskıyı özgürleştirici bir damarla tanımamanın odaklaşma noktaları olsunlar, düzenleyici rejimlerin enstrümanları olmaya eğimlidirler. Bu nedenle, kişinin belli bir kimliğini onaylatmak değil, bu kimlik biçimleriyle özdeşleşme buyruğunu reddetmektir önemli olan. Belirli bir etnik, dini ve cinsel biçimi yardımıyla ve aracılığıyla kimlik edinme zorunluluğunu yerine getirmeyi reddetmek gerekir. Ezcümle, “Türküm”, “Kürtüm”, “Hemşinliyim”, “Lazım”, “eşcinselim”, “Müslümanım”, “Aleviyim” demek değil esas mesele, esas mesele, kendimizi niye böyle bir kimlikle ifade etmek durumunda olduğumuzdur.

Bu nedenle, kimlik hareketlerinin iktidar karşıtı olması, “ben kimim” sorusunun yanına “ben ne olabilirim” sorusunu da sorması gerekir. Çünkü bir insan gerçekte, toplumsal ilişkiler bağlamında bir kimlikten çok daha fazlasına sahiptir. Buna rağmen, kişinin sadece belli bir kimlikle özdeşlik kurması ve başkalarına karşı bu yönünü öne çıkarması, negatif bir yüklenmedir. Bu temelde diğer kimlikler, farklılıklar, ötekilere yönelen, onlarla hiyerarşik olmayan ortaklıklar kurma gücüne, başarısına bağlıdır. Dolayısıyla her kimlik mücadelesi bir tanıma mücadelesi ve başkalaşma mücadelesi de olmalıdır.

Cemil Aksu
Gor Dergisi Sayı 2 Bahar 2015


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder