Karadenizliler için bir milat gibi Kazım… Sanki hepimiz onun
“şair ceketi”nin cebinden çıkmışız. Müzik desek, kültür, dil desek cümle hemen
Kazım’dan önce/sonra diye ikiye ayrılıyor. Bizi güne çıkarmış, ama öğlen
güneşinin göz kamaşmasında yitip gitmiş. Dünyada bir yere. Biz kendimizi onun
adıyla anlatmaya başlıyoruz ama. Her
birimizin bir Kazım’ı var, hepimizin de bir Kazım’ı var.
Niye böyle…
Kazım’ı anlatan bir kitap yazmanın zorluğu da burada
sanırım. Çünkü kitap bir biyografi olmaktan çok onun etrafındaki bu halenin
sırrını aramak zorunda kalacaktır. Garip bir ironi, Kazım’ı anlatmak için
kendimizi anlatmak durumundayız. Onu niye sevdiğimizi açıklamamız lazım.
Uğur’un “Kazım’ın sevdası”nı okurken bir kez daha anladım
bunu. Uğur da, kitapta Kazım’ı anlatanlar da aslında bunu yapıyor.
Uğur, yıllarca biriktirip sakladığı, ince bir Kazım ve
gazetecilik sevgisinin delili olan, Kazım yaşarken gazete ve dergilerde
yayınlanan söyleşiler, Kazım’dan sonra sessiz kalmış en yakın arkadaşlarıyla ve
ailesi ile yaptığı görüşmeler üzerinden Kazım’ı anla(t)mış. Fakat kitap sadece
Kazım’ı anlatıyor dersek eksik olacak; Kazım’la beraber bir dönemi, bir dönemin
gençlerinin arayışlarını, arayışları peşinde koşarken çektikleri sancıları,
inişleri ve çıkışlarını da anlatıyor. Ve bunu olabildiğince kendini geride
tutarak anlatmaya gayret etmiş, Uğur. Kazım’ın mütevazılığına gölge düşürmemiş…
Kazım’ın hayatını hepimiz az çok biliyoruz. Başa bela bir
şeydir bu az çok bilmenin yüzeyselliği. Ne kimi sevdiğini ne de niye sevdiğini
bilmezsin. Kazım’a duyulan sevgi(ler)de de bu eksiklikle malul. Kazım’ı çok sevdiğini
iddia edenler Kazım’ın dertlerinden bihaber.
Kazım’ın Sevdası, Kazım’a olan
sevgimizin yüzeysellikten kurtularak, Kazım’ı anlayan, onunla hemdert olmamıza
yardımcı olacak bir kitap.
Kazım’ı unutmamız elbette çok zor. Fakat hatırlamak da zor
bir şeydir. Nitekim zaman zaman bu zorluk kendini gösteriyor. “Ben bir
müzisyenim, ondan sonra bir Karadenizliyim ama hepsinin ötesinde bir
devrimciyim. Ve gerçekten doğru bildiğim bir şeyi ortaya koymaktan çekinmem”
cümlesi bileşenlerine ayrılarak, herkes farklı bir yerinin altını çizerek
hatırlıyor mesela… Kazım ve arkadaşlarının arayışları ile bizim (şimdiki)
arayışlarımız birbirine geçiyor.
Kazım’ı hatırlamanın benim açımdan doğru yolu, 90’lı
yılların üniversite gençliğinin devrimci mücadelesi içinde elinde gitarıyla
kendi akacağı mecrayı arayan bir Kazım’ın “devrimci şarkılar” yerine “Lazca
şarkılar” söylemesini ve böylece bir çığ koparmasını anlamaktır.
Bana göre Va Mişkunan hiç tartışmaya yer bırakmayacak kadar
devrimcidir. Sözleriyle devrimcidir, “Dilimiz ölmeyecek, ölmeyecek, ölmeyecek”
derken ya da “Haydi diyeceksin Ernesto gibi/Gidelim/Yıldızların çok olduğu/Bir
gökyüzü altına” derken. Arkadaşlarının anlattığı gibi, Kazım belki de Bono
olmak istiyordu, Pink Floyd gibi bir grup istiyordu, popülerlik bakımından
değil, müzikalite bakımından ya da ikisi bakımından da. Daha uzun yaşasaydı
belki de olacaktı. Ama yolu Lazlara, Hemşinlilere, Karadenize saptı.
Va Mişkunan Lazca ilk albüm değildir, Kazım’dan önce de
Lazca albümler –o günlerde tabii ki kasetler- çıkarılmıştı, ama bunlar “yöresel
müzik” sayılmıştı. Va Mişkunan, bir bakıma kültür alanını hegemonyaları altında
tutan ve bu tür çalışmaları “(mikro)milliyetçilik” olarak görme eğiliminde olan
solcuların mahallesinde, ilk kez Lazca,
hem de rock modunda bir albüm olmasıyla yeni bir şey yapmıştır. Hepsinden öte
devrimciyim diyen Kazım’ı hatırlayanlar, Lazcayı, Hemşinceyi yaşatmak için çaba
harcayan Kazım’ı unutuyor. Trabzonspor marşını söyleyen Kazım’ı hatırlayanlar,
yeşili ve maviyi yok etmek isteyenlere isyan eden Kazım unutuyor.
Kazım’ın yolu Karadeniz’e saptı dedik. Sapma doğru kelime
değil belki de… “Ben sadece ben olmak istiyorum”sa, eğer sevdiği şairlerden bir
olan Rimbaud’un dediği gibi, “bir başkası olan ben”im içimden geçen yoldan
geçmek zorundayızdır. O yolun dolambaçlarıyla, kompleksleriyle cebelleşmek
zorundayızdır. Boşuna söylenmiş olamaz, “devrim ya ruhunuzdadır ya da hiçbir
yerde” sözü. Kazım’ı anlatmaya nasıl kendimizi anlatarak başlıyorsak, onu
okumak/konuşmak da aslında kendi ruhumuza iyi geliyor.
Tekçi ulus anlayışına dayalı bir toplum yaratmaya yönelen
egemenlerin,‘’kültür ve medeniyet’’ olarak ortaya koydukları ilkelere, dil ve
yargı kurallarına, giyim kuşam tarzına ve benzeri standartlara uymayanları
görgüsüz, medeniyetsiz, görmemiş, cahil, kısacası yabanilik (hayvani anlamını
içerecek biçimde) olarak kodladığı insanlardı(k). Bu ‘’yabanilik’’ baskısının
bir komplekse dönüştüğü, eksilttiği, yaraladığı...
Kazım’ın ve belki diğer bütün “şair ceketli çocuklar”ın
sırtlandıkları popülerlik illeti bizim ruhumuzun hastalıklarıdır ve belki bu
yüzden iyiler erken ölüyor. Şimdi artık iyileştik sayılır. TRT’de bile Lazca,
Hemşince şarkılar yayınlanıyor artık. Bir zamanlar “yabancı”nın yanında
konuşulması ayıp olan diller, sokakları şenletiyor, televizyonlarda ardı ardına
klipler dönüyor. Fakat bütün bunlar Lazcanın ya da Hemşincenin kuruyup yok
olmaktan kurtulduğu, asimilasyonun son bulduğu anlamına gelmiyor. Kazım’ın
hikayesini okurken, aslında Kazım’ın ve arkadaşlarının açtığı yoldan çok fazla
ileri gidemediğimizi de görüyorum.
Kazım’ın Sevdası,
Uğur Biryol, İletişim Yayınları, 2015
Cemil Aksu
Gor Dergisi Sayı 3 Sonbahar 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder