18 Şubat 2018 Pazar

Bizim Kazım sevdamız…


Karadenizliler için bir milat gibi Kazım… Sanki hepimiz onun “şair ceketi”nin cebinden çıkmışız. Müzik desek, kültür, dil desek cümle hemen Kazım’dan önce/sonra diye ikiye ayrılıyor. Bizi güne çıkarmış, ama öğlen güneşinin göz kamaşmasında yitip gitmiş. Dünyada bir yere. Biz kendimizi onun adıyla anlatmaya başlıyoruz ama.  Her birimizin bir Kazım’ı var, hepimizin de bir Kazım’ı var.
Niye böyle…

Kazım’ı anlatan bir kitap yazmanın zorluğu da burada sanırım. Çünkü kitap bir biyografi olmaktan çok onun etrafındaki bu halenin sırrını aramak zorunda kalacaktır. Garip bir ironi, Kazım’ı anlatmak için kendimizi anlatmak durumundayız. Onu niye sevdiğimizi açıklamamız lazım.
Uğur’un “Kazım’ın sevdası”nı okurken bir kez daha anladım bunu. Uğur da, kitapta Kazım’ı anlatanlar da aslında bunu yapıyor.

Uğur, yıllarca biriktirip sakladığı, ince bir Kazım ve gazetecilik sevgisinin delili olan, Kazım yaşarken gazete ve dergilerde yayınlanan söyleşiler, Kazım’dan sonra sessiz kalmış en yakın arkadaşlarıyla ve ailesi ile yaptığı görüşmeler üzerinden Kazım’ı anla(t)mış. Fakat kitap sadece Kazım’ı anlatıyor dersek eksik olacak; Kazım’la beraber bir dönemi, bir dönemin gençlerinin arayışlarını, arayışları peşinde koşarken çektikleri sancıları, inişleri ve çıkışlarını da anlatıyor. Ve bunu olabildiğince kendini geride tutarak anlatmaya gayret etmiş, Uğur. Kazım’ın mütevazılığına gölge düşürmemiş…

Kazım’ın hayatını hepimiz az çok biliyoruz. Başa bela bir şeydir bu az çok bilmenin yüzeyselliği. Ne kimi sevdiğini ne de niye sevdiğini bilmezsin. Kazım’a duyulan sevgi(ler)de de bu eksiklikle malul. Kazım’ı çok sevdiğini iddia edenler Kazım’ın dertlerinden bihaber.  Kazım’ın Sevdası, Kazım’a olan sevgimizin yüzeysellikten kurtularak, Kazım’ı anlayan, onunla hemdert olmamıza yardımcı olacak bir kitap.

Kazım’ı unutmamız elbette çok zor. Fakat hatırlamak da zor bir şeydir. Nitekim zaman zaman bu zorluk kendini gösteriyor. “Ben bir müzisyenim, ondan sonra bir Karadenizliyim ama hepsinin ötesinde bir devrimciyim. Ve gerçekten doğru bildiğim bir şeyi ortaya koymaktan çekinmem” cümlesi bileşenlerine ayrılarak, herkes farklı bir yerinin altını çizerek hatırlıyor mesela… Kazım ve arkadaşlarının arayışları ile bizim (şimdiki) arayışlarımız birbirine geçiyor.

Kazım’ı hatırlamanın benim açımdan doğru yolu, 90’lı yılların üniversite gençliğinin devrimci mücadelesi içinde elinde gitarıyla kendi akacağı mecrayı arayan bir Kazım’ın “devrimci şarkılar” yerine “Lazca şarkılar” söylemesini ve böylece bir çığ koparmasını anlamaktır.

Bana göre Va Mişkunan hiç tartışmaya yer bırakmayacak kadar devrimcidir. Sözleriyle devrimcidir, “Dilimiz ölmeyecek, ölmeyecek, ölmeyecek” derken ya da “Haydi diyeceksin Ernesto gibi/Gidelim/Yıldızların çok olduğu/Bir gökyüzü altına” derken. Arkadaşlarının anlattığı gibi, Kazım belki de Bono olmak istiyordu, Pink Floyd gibi bir grup istiyordu, popülerlik bakımından değil, müzikalite bakımından ya da ikisi bakımından da. Daha uzun yaşasaydı belki de olacaktı. Ama yolu Lazlara, Hemşinlilere, Karadenize saptı.

Va Mişkunan Lazca ilk albüm değildir, Kazım’dan önce de Lazca albümler –o günlerde tabii ki kasetler- çıkarılmıştı, ama bunlar “yöresel müzik” sayılmıştı. Va Mişkunan, bir bakıma kültür alanını hegemonyaları altında tutan ve bu tür çalışmaları “(mikro)milliyetçilik” olarak görme eğiliminde olan solcuların mahallesinde,   ilk kez Lazca, hem de rock modunda bir albüm olmasıyla yeni bir şey yapmıştır. Hepsinden öte devrimciyim diyen Kazım’ı hatırlayanlar, Lazcayı, Hemşinceyi yaşatmak için çaba harcayan Kazım’ı unutuyor. Trabzonspor marşını söyleyen Kazım’ı hatırlayanlar, yeşili ve maviyi yok etmek isteyenlere isyan eden Kazım unutuyor.

Kazım’ın yolu Karadeniz’e saptı dedik. Sapma doğru kelime değil belki de… “Ben sadece ben olmak istiyorum”sa, eğer sevdiği şairlerden bir olan Rimbaud’un dediği gibi, “bir başkası olan ben”im içimden geçen yoldan geçmek zorundayızdır. O yolun dolambaçlarıyla, kompleksleriyle cebelleşmek zorundayızdır. Boşuna söylenmiş olamaz, “devrim ya ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde” sözü. Kazım’ı anlatmaya nasıl kendimizi anlatarak başlıyorsak, onu okumak/konuşmak da aslında kendi ruhumuza iyi geliyor.

Tekçi ulus anlayışına dayalı bir toplum yaratmaya yönelen egemenlerin,‘’kültür ve medeniyet’’ olarak ortaya koydukları ilkelere, dil ve yargı kurallarına, giyim kuşam tarzına ve benzeri standartlara uymayanları görgüsüz, medeniyetsiz, görmemiş, cahil, kısacası yabanilik (hayvani anlamını içerecek biçimde) olarak kodladığı insanlardı(k). Bu ‘’yabanilik’’ baskısının bir komplekse dönüştüğü, eksilttiği, yaraladığı...

Kazım’ın ve belki diğer bütün “şair ceketli çocuklar”ın sırtlandıkları popülerlik illeti bizim ruhumuzun hastalıklarıdır ve belki bu yüzden iyiler erken ölüyor. Şimdi artık iyileştik sayılır. TRT’de bile Lazca, Hemşince şarkılar yayınlanıyor artık. Bir zamanlar “yabancı”nın yanında konuşulması ayıp olan diller, sokakları şenletiyor, televizyonlarda ardı ardına klipler dönüyor. Fakat bütün bunlar Lazcanın ya da Hemşincenin kuruyup yok olmaktan kurtulduğu, asimilasyonun son bulduğu anlamına gelmiyor. Kazım’ın hikayesini okurken, aslında Kazım’ın ve arkadaşlarının açtığı yoldan çok fazla ileri gidemediğimizi de görüyorum.



Kazım’ın Sevdası, Uğur Biryol, İletişim Yayınları, 2015

Cemil Aksu
Gor Dergisi Sayı 3 Sonbahar 2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder