O zamanlar ne evimizin kapısında yol vardı, ne radyo, ne de televizyon.
Elektrik 74’lerde geldi Kemalpaşa’ya. Elektriğin geldiği günlerdeki heyecanı,
kapıya yolun geldiği ilk günün gecesi heyecandan uyanıp pencereden “Garmi Dodge”a baktığımı hatırlıyorum. Ama kavalın sesini ilk ne zaman duydum
hatırlamıyorum, demek daha önce olmalı… İlkin komşumuz Hasan (Hasan Algür)
abiyi anımsıyorum, içten, yanık, dertli çalardı. O’nun kaval sesi ile büyüdüm,
farkında olmadan içime işledi… Çocukluğumda Hasan abinin kavalı gibi bir
kavalım olması ve onun gibi çalabilmek için yanıp tutuştuğumu hatırlıyorum.
Belki de o yüzdendir HADİG’de hediye denince hemen kaval önermem. Trabzon’dan
epeyce kaval getirip dağıttık İstanbul’da…
Rize tarafı Hemşinlileri tulum çalarken, nedense bizde kavaldır aslolan.
Tulumcuyu, davulcuyu düğünler için dışarıdan çağırırdık, ama kavalcıyı çağırmak
olmazdı, o zaten oradaydı, içimizden biriydi, bizdendi, bizimdi. Komşumuz,
köylümüz akrabamız, arkadaşımız, kendimizdik kavalcı… İlk duyduğumuz ezgi kaval ezgisiydi,
özümüzdü, bize ait bir sesti, bizim sesimizdi.
Müzik aletleri için çoğunlukla “çalmak” terimi kullanılır, ama üstatlar ney
için daha çok “üflemek” deyimini kullanır, ki kaynağını Allah'ın insanı yaratırken ruhunu üflemiş olmasından alır derler. Biz
Hemşinlilerde de kaval çalınmaz “üflenir”. “Meg gavalme peça u anguc tenik”
(Bir kaval üfle de dinleyelim) deriz. Nasıl ki ney daha çok tasavvufla,
inançla, imanla ilgili müziğin enstrümanıdır, bizde de kaval sesi ruhumuzla,
naturamız, özümüzle ilgili bir ses gibi gelir bana… Bi de çoban çalgısı deniyor
kaval için, e biz Hopa Hemşinlileri koyun sürüleriyle bilinirdik, daha düne
kadar çobandık, hala çobandır bir kısmımız, ben dahil bir çoğumuzun ise
anılarında kaldı o günler…
Ahmet abim de çalardı kaval, ama onunki biraz ucundan tutmak gibiydi.
Çxalur İbrahim’i ise (İbrahim Balkaya) bilmeyen yoktu. Enteresanlıkları ve
çaldığı kavalın ünü Ankara’ya kadar ulaşmıştı, ötesini bilmem. Başkalarını da
bilirdim elbet, ama yine de dardı herhalde dünyamız ki Şana’dan Bidze’yi
duymamıştım… Taa ki Hemşin ezgilerini derlediğim, albüm hazırlığı içinde
olduğum 2000 yılına kadar… Özcan Alper’in komşusuymuş, kaval deyince Remzi
Tatar diyor da başka bir şey demiyordu Özcan. Derleme çalışmaları için
gittiğimde Kemalpaşa’da tanıştım kendisi ile, evet daha önce görmemişim. Nasıl
göreyim, ben Rize, Ankara, İstanbul okurken, o Şana’nın başında çay toplar, ata
biner, bi pınarın gözünde rakı içer, dertli dertli kaval çalar, türkü
söylermiş… Dediklerine göre gençliğinde O köyün tepesinde çobanlık yaparken
kaval çalar, kızlar onun kavalı ile köyde horon oynarmış, o kadar yani…
Sarışın, mavi gözlü, yakışıklı bir adamdı. Bu Tataroğulları’ndan çıkar
böylesi adamlar, enteresan kişilikler. Dedim ki “methini duydum Özcan‘dan, hele
bi çal da dinleyelim”. “Çalarız elbet, bir iki kadeh atalım sonrası kolay”
dedi. Kemalpaşa’da şimdi bizim İsmet’in nalbur dükkanının karşısındaki
birahanede bi yandan içtik, bi yandan çaldı, bi yandan da söyledik
oradakilerle. Diğer kavalcılar sadece çalardı, Remzi abi hem çalıyor hem de
söylüyordu. Gerçi biraz Trabzon Türkçesine kayıyordu yorumu ama, e nede olsa
kayıt mayıt deyince biraz şehirli gibi olmak gerekmez miydi zaten!!!
Kıymetliydi çalıp söyledikleri benim için, kaydettim. Evet Özcan haklıydı, bu
adamın çalışında, yorumunda başka bir güç, başka bir ruh, başka bir hava vardı…
Çxalur İbrahim sağdı o zamanlar, ama hastaydı, kayıt alamadım, sonradan
kardeşim (şimdi Kemalpaşa Belediye başkanı) Ergül Akçiçek sağ olsun hasta hasta
çaldırmış İbrahim abiye, ulaştırdı bana kaseti, eski dinamizminde değildi,
belli oluyordu hasta olduğu, nur içinde yatsın. Çxalur İbrahim bi yana, Remzi
Tatar’ın çalışında, edasında, ruhunda başka bir şeyler olduğunu hemen
hissediyordu insan… Öylece başladı dostluğumuz, sonraki yıllar ailem dışında
memleketten en sık görüştüğüm kişi oldu…
Remzi Tatar Kemalpaşa’nın dağlık Şana köyünden Tataroğullarından Şükrü
(Şurup) ile Gülşahi’nin oğludur. Haziran
1947 de doğmuş, 8 kardeştirler, 7 de çocuğu vardır. Şana bizim için köydür, ama
devletimiz için Papatla birlikte Kaya köyünün mahallesidir. Yaşamı orada
geçmiştir. “Bidze” adı çocukluğundan kalma, “küçüklüğümde güzel, sevimli bir
çocuk olduğum için ‘Bidze’ demişler bana “ diye açıklamıştı sorduğumda.
Dedesinin keçilerine çobanlık yaparken 12 yaşında öğrenmiş kaval çalmayı.
“Yakışukliydum, kızlar peşumdeydi” diye gençliğine dair anılar da
paylaşmıştı benimle... Oğlu Halis Tatar’ın aktardığına göre; Remzi abi bi gün
kendisine aşık olan bir kızın düğününe gidiyor amca oğullarından Gülahmetle
birlikte. Çıkarıp dertli dertli kavalı çalınca gelin dayanmıyor, gizlice haber salıyor Remzi abiye “beni kaçırsın” diye. Gülahmet “kaçıralım”
diyor, ama Remzi abi yanaşmıyor, O’nun gönlü sülaleden Zeliha’dadır (Altun),
onunla da evleniyor. Benzer bir aşığının düğününe gidip gelini kaçırma hikayesi
amcam Temali Cemal için de anlatılır. Yargısına katılmam elbette ama “Adze boçe
tapaoçana koşe modginal çi” (keçi kuyruğunu sallamazsa teke yanaşmaz) deyimi o
hikayeden aklımda kalmış. Düğünden gelini kaçırma hikayesi ya eskiden
Hemşinlilerde zaman zaman rastlanan bir vakaydı ya da sadece bir söylence,
bilemiyorum hangisi ...
Köyde çay üreticisi, çay fabrikasında işçi, düğünde kavalcı, rakı
sofrasında çalıp söyleyen keyif adamıydı. Çoğu yaşıtı artık kaval çalmayı
bırakmışken o ne eder eder her zaman yanında bir kaval bulundururdu. 2005’te
İstanbul’da Vova’nın stüdyo kayıtlarında, sonra 2008 Temmuzunda konser için
gittiğimiz Ermenistan’da güzel günler geçirdik Remzi abi ile.
İlk kez O’nun vova albümünde çalışı ile bir albüme girmiş oldu Hemşin
kavalı/tavrı ile çalınan otantik Hemşin
ezgileri (Hemşin horonu, heydane, ince xarxan, ağırbar). Stüdyo kayıtlarımızdan
bir anımız onun çalışı ve söyleyişindeki ustalığına iyi bir örnektir. Remzi abi
Hopa Hemşin horonunu, ince xarxanı ve ağırbarı muhteşem bir yorumla çaldı,
kaydettik. Sıra Heydane’ye geldi, biz kayıt hazırlığı yaparken Remzi abi bi
yandan çalıyor bi yandan da mırıldanıyordu… Remzi abinin mırıldanışını duyan
müzik yönetmenimiz Mesrop Biber “Remzi
abi bu ezgi ile bir de dörtlük okusun” dedi bana… Normalde “Heydane” de
diğer kaval ezgileri gibi sözsüz olacaktı. Remzi abiye “Mesrop senin bu kayde ile bi de türkü söylemeni istiyor” dedim,
tereddütsüz “e soylerum” dedi. O anda
değerlendirerek bir sonraki albümde yer alacak bir ezgi için düşündüğüm “momi kapçin unis ta” sözleri ile
başlayan dörtlüğü okumasını kararlaştırdık. Ve kayıt başladı, önce kavalla
girdi, ara verip dörtlüğü okudu, sonra kaldığı yerden kavalla devam etti ve
bitirdi. İyi hatırlıyorum sadece tek bir kez
okudu sözleri. Uygun olursa kullanırız, elimizde bulunsun dedik ve
kaydettik. Stüdyoda yeri gelir bir parça defalarca çalınır/okunur öyle
kaydedilir, Remzi abi ise tek bir kez söyledi Heydane’yi. Albümün en özel
parçalarındandır Heydane ve Remzi abinin söyleyişindeki güçlü otantik hava
dikkat çekicidir.
Erivan konserine giderken ben sahnede giymek için ne uygun olur diye
düşünürken, o iki kıyafet getirmişti, biri açık renk, diğeri koyu. Müzisyen arkadaşlar dediler ki işin raconu
budur, bir müzisyenin her zaman iki kıyafeti olmalı; biri açık, diğeri koyu renk.
Remzi abi raconu da biliyordu??? Karadenizli ve Hemşinli çoğu erkek gibi O’nun
da konuşmasından küfür eksik olmazdı. “Remzi
abi Erivan’a gidip gelene kadar küfürü unutacaksın” dedim, bir tek küfür
çıkmadı ağzından o seyahatimizde…
Erivan’da O artık Remzi babadaydı, duruşu, tavrı, sahnede kaval çalışı,
seyircileri selamlayışı ile dikkatleri toplamıştı, gözler ondaydı. Bir akşam
Arto Tunçboyacıyan’la aynı mekânda bulunduk, onun kaval çalışını dinleyen Arto
Tunçboyacıyan doğaçlama bir iki dörtlük söyleyivermişti “Remzi Axparig”i
(ağabey) için;
“Dağların sesi, soluğu Remzi baba
Kavalını keyifli bir
üfle bakalım
Kalbimize, gönlümüze
güzel sesler üfle
Hemşinli Remzi Baba”
Nerden bilebilirdik ki o akşam Remzi babanın kavalı eşliğinde hep beraber
söylediğimiz “Raşa” ömrümüzün en güzel Raşa’sı olacak.
Dönüşte Ekim ayında bağırsak kanseri teşhisi ile ağır bir ameliyat geçirdi,
sanırım Mart veya Nisan’dı Hopa’ya gittiğimde görüştük, eh epeyce iyiydi,
ayaktaydı kontrolleri devam ediyordu, drenaj torbası bağlıydı beline. Yeni bir
kaval almıştı Trabzon’dan, akrabalarına ait bir dükkanda ayak üstü çaldı
heyecanla… İyileşip daha çok şeyler yapacağımıza dair söz verdik birbirimize
!!!
Diyorum ya O’nun mayasında vardı bir şeyler, kavalla
ağıt çalanlar çoğunlukla bir yakını için çalardı, Remzi abi bendeki kaydında “ ka im Aşelila kuyig, ali kaun kuka u millate
lerniver kaligun u yes gonnalçim ta axpar” (kız benim Ayşe kızkardeşim,
yine bahar gelir de millet yaylaya yürür, ben artık olmaz mıyım) diye kendi ölümüne ağıt yakıyor… Öyle de oldu, bahar gelmiş Hemşinliler yayla
hazırlığındayken aramızdan ayrıldı…
“Hemşin kavalının eski kuşak son
icracılarından Remzi Tatar, 7 Mayıs 2009 sabahı Hopa Kemalpaşa Kaya köyü Şana
mahallesindeki evinde 62 yaşında vefat etti. Karadeniz/Hemşin kavalı olarak
bilinen, artık neredeyse ancak üç beş kişi tarafından çalınabilen, genellikle
şimşir ağacından yapılan, 6 delikli dilli kavalı Hopa Hemşinlileri’ne özgü
tarzda çalan eski kuşak son kavalcılardandı. Çxalur İbrahim’den sonra Remzi Tatar’ın
da ölümü ile Hemşin kavalı yetim kaldı” diye haber saldık gazetelere…
Ölümünden sonra O’nun anısına Hemşinliler
ve kaval konulu bir belgesel yapmayı heves ettim ama bu güne kadar
gerçekleştiremedim. Şimdi bu yazı ve GOR vesilesi ile belki bir sinemacı
gencimiz çıkar da yaparız o belgeseli.
Yunan mitolojisinde Tanrılar ve kavalla ilgili efsaneler vardır, kim bilir
belki de bizim Tanrımız da o güzel ezgileri yalnız kendisi dinlemek için
kavalcılarımızı erkenden yanına alıyordur. Remzi Tatar şimdi Covele’nin karşı
tepelerinde, Şana’da Karadeniz’e bakan bir yamaçta yatıyor…
“Covele’in oğnuke
Kukuliim kukuli ..”
(Covele’nin tepelerinde / yalnız gezen garip kuş gibi)…
Ve şimdilerde Hopa’nın dağlarına, Cefukaya, Satibeye, Goxilaya, Coveleye,
Medzmağluda çıkan her Hemşinli mutlaka bir kaval ezgisi duyar… ince bir yol
havası… ‘ince ğharğhan’ havası, ‘raşa’,
‘haydane’, ‘gelini… gelini’ ...
Ruhu şad olsun, nur içinde yatsın ve kaval sesi kulağımızdan eksik olmasın.
Hikmet Akçiçek
Gor Dergisi 1. Sayı Sonbahar 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder