27 Şubat 2018 Salı

Gecenin Çocukları / 1

            



Sessiz gecenin çok geç bir saati içinde orman huzursuzca kıpırdandı. Ağaçların arasında belli belirsiz bir hareket, bir yürüyüş vardı. Sonsuz tabiatın her bir parçası, olmaması gereken bir iş olduğunu anlamışçasına iç çekti.
Yürüyen, yolları biliyor fakat emin olamıyor gibiydi. Yapraklarla dolu patikada nursuz bir gölgeydi. Elleri iki yana açılıp kapanıyor, sarhoş gibi yalpalıyor ama yine de ayaklarını tembelce sürüyerek yürüdüğü yoldan sapmamayı başarıyordu. Ağaç köklerinin coğrafi haritalardaki nehirler gibi birbirine dolandığı, kıvrılıp büküldüğü kahverengi patikadan ilerlemeyi sürdürdü ve köyün ilk evlerini geride bıraktı. Çok içmiş ve hanesini şaşırmış bir sarhoş gibi sağa sola savrularak bir doğrultuda yürümeyi sürdürdü.
Beyazlar içinde gibiydi. Lakin çok kirletilmiş, ilk haline bir daha hiç dönemeyecek bir beyazdı giynindekinin rengi. Birileri başından aşağı sayısız un çuvalı dökmüş olmalıydı. Kendisi de giysilerinden hallice sayılmazdı. Yıpranmış, eskimiş, çürümüş gibiydi. Bir vakitler olduğu biçimde bir daha hiç olamayacak gibiydi. Kazazedeler gibi yara bere içindeydi. Bir felaketten mucize eseri kurtulmuş yahut gözünün yaşına bakılmadan dövülüp hırpalanmış gibiydi…
Ölü gibiydi…
Kirli beyazın altında kararmış derisinin parçaları ince çizgiler halinde beliriyor, iyice köhnemiş bir insan sanılabilecekken, boş gözleri onu başka bir şey kılıyordu.
Kesme taştan temel duvarlarının üzerine yığılmış asırlık tahtalarıyla geceye meydan okuyan konaklar birer birer bu tekinsiz sarhoşun ardında kaldı. Evlerin içinde uykunun en derin yerinde debelenmeye başladı gün boyu ahırlardakiler için gereken kışlık yemi taşımaktan yorgun düşmüş köylüler. Kötü rüyalar görülür ve çocuklar beklenmedik çığlıklarla seslenirken annelerine, sarhoş ucube devrilmeye yakın adımlarla yürümeyi sürdürdü. Ormanın içinde yaklaştıkça beliriveren ağaç renginde evlerin tahtaları gerilip esnedi, uğursuzca ötüp sustular sonra. Yaratığın yanından geçtiği her ev, her yapı, her ağaç ve ağaçların arasında uyanık kalması icap etmiş her mahluk, tuttuğu soluğu bıraktı, ferahladı, talihine şükretti. 
Utanmaz adam evlerden birinin meşe ağacından yapılma giriş kapısının önünde durdu. Bir süre rüzgara uymuş bir kızılağaç gibi öne arkaya devindi. Üç katlı heyulayı ilk kez görürmüş gibi ağır bir dikkatle seyretti.

****

Gürültüsünün varlığı ile değeri, sadece duyulmadığında anlaşılabilen sesler vardır. Ormanın görünmez gece sakinleri ile rüzgarla fikir paylaşan ıhlamurlar susunca gece siyah bir buz dağına döndü. Yalnız çok aşağıda, vadinin ormanla kaplı eğiminin bittiği yerde Fırtına duyuluyordu. İnatçı nehir, içinden geçtiği, içini deştiği vadinin uzak bir yükseltisinde neler olup bittiğini bilmemenin rahatlığıyla çağlıyor, akıntısıyla dövdüğü taşların kahkahaları rüzgarla incelip kalınlaşarak yükseliyor, tüm tabiata şen şakrak yankılarla doluyordu.
Derenin sesi yaşayan herşeyden eskidir. O yüzden duyulmaz. Hatra düştüğünde fark edilir Fırtına. Kulakta uzun zaman asılı kalmış bir ezginin sahibini birden hatırlayıp, şarkıya eşlik etmeye başlamak gibidir dereyi duymak. Çok az dinleyicinin geldiği şatafatlı bir konser salonunda, sonsuza kadar müzik icra etmekle lanetlenmiş bir orkestra gibi. Hiç sona ermeyeceğinden kimsenin alkışlamayacağı…
Lakin en karanlık uykuda dahi fark edilen sesler de vardır. Köpek havlamaları, çocuk ağlamaları, ineklerin boyunlarına takılmış çanlar yahut gecenin kör karanlığında kapıya indirilen uğursuz yumruklar gibi.

****

Hepsi aynı anda geceye doldu. Kapıyı uzun süre yumrukladı misafir. Geciktiği için mahçubiyet hissetmeyen topraklı bir çığlıkla bağırdı sonra.
“Aç kapiyi Osman Efendi… Osman Efendi kapiyi aç!”
Evin ahalisi, dehşetle ve hızla uyandı. Kadınlar, ziyaretçinin dünyayı dolduran sesinden felce uğramış bir halde ağlayan çocukları susturmaya çalıştı çaresizce. Erkeklerden biri, gençten bir zat, geceliği, büyümüş gözleri ve nasıl kullanacağını kestiremediği bir tüfekle zuhur etti. Bir diğeri elleri belinde kalakalmış, neden sonra gaz lambasını yakmanın akıllıca olacağını düşünmüş ve harekete geçmişti. Fitili bir türlü aleve veremiyor, durmadan “La ilahe illallah…” diye sayıklıyordu.
Evin yaşlı reisi bu vaziyette hiç umulmayacak bir itidalle belirdiğinde, sesler kesildi. Bir elinde kalın bir kitap tutuyor, diğer eliyle ak sakallarını sıvazlıyordu. Tüfekli olan, “Baba” diye seslendi. “Bu nedur?” Lambayı sonunda yakabildiği için bir parça teskin olmuş görünen diğer oğul da aynı soruyu gözleriyle sordu Osman Efendi’ye. Cevap hepsini yeniden yerlerinden sıçratan ziyaretçinin  o uğursuz emrinde belirdi. Kapının yumruklanmasıyla tüm ev zelzeleye tutulmuş gibi sarsılır ve pencere camları yuvalarında tiz çığlıklarla titreşirken ziyaretçi kükredi:
“Osman Efendi, kapiyi aç!”
Yaşlı adam evin önünü görebileceği bir pencereye yürürken, sağ elinin işaret parmağını yavaşça dudaklarına götürdü. Yalnızca giriş bölümündekilere yapılan bu ‘sus’ işaretini sanki tüm ev gördü. Çocuklar, azalan şiddette iç çekişlerle sessizleşirken annelerinin hıçkırıkları daha duyulur oldu. Kısa bir süre sonra evdeki herkes bütün hücreleriyle ayakta olduğu halde, bütün gücüyle susmayı seçti. Osman Efendi perdeyi araladı ve dar bir açıdan ziyaretçiyi bir parça görmeyi başardı. Perdeyi hızla kapattı ve oğullarına döndü. Gergin ağzında tebessüme çalan ama tebessüm etmekle ilgisi olmayan bir kıvrım belirdi. O kıvrımın içinden, duyanların inanamaz bakışlar ile sıkılmaktan bembeyaz, korkmuş eklemlerle karşıladığı tek bir fısıltı döküldü:
“Hortlak!”
Ziyaretçi, evdekilerin azalan iç çekmelerini hızla yeniden yükselten tatsız çağrısını üçüncü kez yineledi. Kapının açılmasını isteyen sesi, tüm köyü, tüm vadiyi tüm dünyayı doldururken akılları başlarından gitmek üzere olan oğullar, kızlar, gelinler ve çocuklar duaya başladılar.
“Okuun” dedi Osman Efendi. “Bilduğunguz ne dua var ise okuun. Tesirlisi bu kitaptadur hamma siz de okuun.”
İkinci bir gaz lambası yakmayı başaran büyük oğula, “Kardaşungun elinden tufeği al” dedi. “İşlemez buna. Duayilen gidecek gelduği cehennema.”
Küçük oğul tüfeği isteksizce bırakıp babasınına yanaştı. “Nedur bu?” dedi yeniden. “Bu nasi iş?”
“Olur, daha” dedi Osman Efendi. Hiçbir şeyi hele de böyle sırlı bir şeyi açıklamaya vakit olmayışının sabırsızlığıyla sanki uzaktaki birine söylenir gibi anlattı: “Gelurler böyle geceleri. Dedem zamaninde bir kere daha olmiş idi. ‘Korkmezsen göstereyim’ dedi. ‘Korkmem göster’ dedum. Bembeyaz kötü bi halde sallanurdi. ‘Korkmem’ dedum ama çikemedum yataktan kaç gün…”
Parmakları kalın kitabın içinde dolaşır ve doğru sözleri ararken, korkudan kaskatı kesildiği halde kendini pür dikkat dinleyen dehşetli gözlere malumat vermeyi sürdürdü.
“Kötilerden olan hortlar kimi zaman. Yaşarken musafir olduğu eva gelur uğursuz. Boş bulunur kapiyi açar isen serelur hayata* kalur oyle. O evden heyir, bereket beklema. Duasini okur isen sabah ezaninden once gider girer yerina. Korkmaan hayde, bilaam duasini…”
Sayfanın üzerinde gezinen parmak sonunda bir yerde durdu. Osman Efendi bir sandalyeye çöktü ve sabahın ilk ışıklarına kadar sürecek olan duasına başladı. Dudakları sessizce kıpırdıyor, kapalı gözleri solgun ışıkta titriyor, duanın sonuna doğru yükselen ‘amin’ler arasında evin dışındaki uğursuzluğa umutlu nefesler üfleniyordu.
Bir daha zangırmadı ev ama kapıyı açıp bakmaya yahut pencereden göz ucuyla bu uğursuz mahluğu kontrol etmeye cesaret edilemedi kimse tarafından.

****

Gecenin bu karanlık havadislerini duyanların duymayanlara anlatması gerekmemişti. Herkes herşeyi bilmekte ve içten içe yolcunun bir sonraki yahut bir önceki evde soluklanmadığına şükretmekteydi. Sessizlik yerini ışıklı sabahın gürültülerine bırakırken, köylüler ‘geçmiş olsun’a geldi. Tövbeye gelmeye çağıranlar, günahların bolluğundan dem vuranlar, hakim olamadıkları meraklarıyla dolu sorularını kelimelerin ardında birikmiş korkulu fısıltılarla sormaya yeltenenler arasında mezarlığa doğru ilerlediler.
En öndeki Osman Efendi ile oğullarını köyün diğer adamları ile ahalisi takip etti. En çok korkan ve en hızlı unutan onlar olduklarından çocuklar geride kalmalarına ilişkin sert sedalı emirleri duymazdan geldi. Birbirine olabildiğince yakın durmaya gayret eden ürkmüş kalabalık, tabutsuz bir cenaze alayı gibi hüzünle yürüyüp mezarlığa ulaştı.
Dünün kirli beyaz, nursuz ziyaretçisini henüz bir hafta önce defnettikleri mezarın yanında buldular. Dehşet dolu çığlıklar, dualarla gökyüzüne karışırken, çocuklar kaçıştı, bayılanlar, kucaklanıp götürüldü, ayakta kalabilenler birbirine tutundu. Sabah ezanı okunmadan mezarına dönmeyi başaramayan ziyaretçi, çürümeye yüz tutmuş bir bacağı dışarıda olduğu halde uzanmış yatıyor, içinde hiç ışık kalmamış boş gözleri ile köylüleri izliyordu.
“Sabah ezanina yetişemedi” dedi köylülerden biri.
“Yetişemedi” diye onayladı Osman Efendi. Dudaklarından yine sessiz dualar dökülüyor, içini buz gibi bir rüzgar yokluyor, yine de arkasını dönüp kaçmayı beceremiyordu.


Birkan Yüksel
           Gor Dergisi Sayı 4 Bahar 2016
















* Hayat: Doğu Karadeniz’de evlerin bol ışık alan ortak yaşam alanı, bir tür salon 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder