27 Şubat 2018 Salı

EZANİ KAÇURDUM..!



Tarih boyunca din toplumların yaşamlarına yön veren önemli bir unsur olmuştur. Toplumların dini de içeren değer, töre ve geleneklerinin bütünü olan yaşam biçimleri de o toplumun dinle ilişkilenme biçimini etkilemiştir. Günümüz Türkiyesi’nde kimi yöre ve halklarda din, adeta insanların yaşamını tahakküm altına alan, emir ve yasaklar bütünü işlevi görürken, başka bazı yörelerde ve halklarda ise din, günlük yaşamın, toplumsal değerlerin doğal bir parçası gibidir, inanılır ve yaşanır.  

Bu yazıda kimine bizzat tanık olduğum, kimini eş dosttan dinlediğim, kimini de Hemşinlilerle ilgili kitaplarda okuduğum, biz Hemşinlilerin dinle ilişkisine örnek olabilecek birkaç anı, anekdot ve fıkra paylaşmak istiyorum.

Annem Temali Şaize kendi yaşıtı bütün Hemşinli kadınlar gibi dini bütün bir insandı.  İslamın farzlarını eksiksiz yerine getirmenin dışında, vacip ve nafile kabilinden ibadetleri de önemser ve bazılarını eda ederdi.  Örneğin uzun yıllar her Perşembe oruç tuttu, bir senesi de üç aylar orucu tutmuştu, dile kolay 90 gün.

Eşimle yeni evliyken, annem bahçemizde yetişen bir bitkinin tohumlarından kendisinin yaptığı bir tespihi kayınvalideme hediye etmek üzere eşime vermişti.  Eşim, ailesinin Alevi olduğunu ve annesinin namaz kılmadığını söyleyince annem, “Oyla olur mi, sonra obir dünyada karanlukta uşüyorum, korkiyorum diye yalvarınca ona kim yardum edacak ?” diye sormuştu.

Bi keresinde de; İstanbul’da içkili lokanta işletirken Almanya’ya gittikten sonra, kendini iyice dine veren dayım, memlekete ziyaretimize gelmişti. Dayım, eşimi karşısına almış, hararetle bildik dini telkinlerde bulunurken, annem dayımın arkasından “Sen buna aldırma, bu iyice kafayı dine taktı” anlamında kaş göz işaretleri yapmıştı.

Rahmetli annemle ilgili son bir anıyı da derleme kaynaklarımdan koca çınar Altun Karahan (Tsotsin) yengeden aktarayım. Kemalpaşa’da evimizin yolu üzerinde Tsotsin yengenin evinin bitişiğinde bir tarlamız var. Çocukluğumda pirinç ekerdi bizimkiler, sonraki yıllarda mısır ekerdik. Şimdi apartmanlar sardı etrafını... Bir gün, kuvvetli bir fırtına sonrası annem, tarlada bir şeyler konuşarak çalışıyormuş. O esnada kapıda olan Tsotsin yenge annemin sesini duyunca birkaç adım atarak yaklaşmış, bakmış ki annem tek başına çalışıyor, “Allaysa Şaize modet ook ç’go u, um hed xabred gu pembalu hedev” (Allaysa Şaize yanında kimse yok da, kiminle konuşuyordun deminden beridir) diye sorunca annem, “ İiiii Tsotsin” diyor, “İsa polor torxele Ella Ella aselov torxetsi, ka Ellan zate isa polor pobadzça u” (Buraları  ekerken hep Allah Allah diyerek ektim ama Allah buralara hiç uğramamış) diye cevap veriyor.  Meğer fırtına mısır filizlerini olduğu gibi kırmış, yatırmış, hasat alacak bir şey bırakmamış tarlada. Tsotsin “ Ka Aspadze, ka Şaize, inç aster, ka Alla xayir versun” (Ka Şaize ne dedin, ka Alla hayir versin, ka ne diyorsun?) deyince annem “İii Tsotsin tun al isa panes millatis assoğ u gungoğes” (İii sotsin sen de bundan sonra millete bunu anlatıp duracaksın) demiş, karşılıklı dertleşip gülmüşler. Gerçekten de annemin ölümünden neredeyse 20 yıl sonra geçen yıl yaylada anlattı bu anıyı Tsotsin yenge.

Hazır yaylaya gelmişken oradan devam edelim. Bilbilan Fatmeçayir yaylasıdır bizim yaylamız. Beşiroğlu Hacı Kadir’in evi ile bizim evler yaylanın en üst kısmında yan yana sıralanmıştır. Çocukluğumuzda yaylada cami yoktu, bizim evlerin önünde Tsotsin yengenin evinin yanında 3-5 sıra kara taşla öylesine çevrilmiş, küçük bir namazgâh vardı, bizim üst mahallenin yaşlıları, gündüz, vakit namazlarını orada kılardı. Öğlen ve ikindi ezanı okunurken köyün bütün yaşlıları namazgâha doğru yürümeye başlar, o sırada Tantoğlu Suli ile Kotar’i Şükri yaşıtlarının tersi istikâmette köyden çıkarlardı. Bu neredeyse bir ritüele dönüşmüştü. Tabii camisi olmayan yaylanın doğaldır ki imamı da yoktu, köylüler duruma göre kendi aralarında müezzinlik ve imamlık yapıyorlardı. Evlerimiz yaylanın üst sırasında olduğu için bazen Hüseyin amcam, bazen Haci Kadir (Bumba Gadir) amca ezan okurdu, babam rahmetlinin de sesini hatırlarım bu ezanlardan. Önce babam ve daha sonra da Kadir amca rahmetlik olunca, ezan okuma görevi çoğunlukla Kadir amcanın büyük oğlu Yaşar abiye düşüyordu. Yaşar abi o yıllar 50’li yaşlarındaydı.

Bir akşam Yaşar abinin evinde oturmuşuz. Yaşar abı ve yeğeni Berat bir, benim amca oğlu ve onun oğlu benim yeğenim Erdoğan bir, karşılıklı kağıt oynuyorlar. Biz de üç dört kişi sohbet edip oyun seyrediyoruz. Espri, gırgır, şamata... Muhabbet gırla gidiyor. Dalmışız, yatsi ezanı zamanı geçmiş. Yaşar abi ezan vaktinin geçtiğini fark ettiği gibi fırladı yerinden “Alla bela vermasun ezanı kaçurdum” dedi ve elini kulağına götürerek başladı evin içinden ezan okuyarak dışarı çıkmaya. O sırada “Dünya yansa bir bağ çalası yanmaz” şakası eksik olmaz adamlardan benim amca oğlu Ahmet abim, Yaşar abinin arkasından tekme ile ittirerek “Yahu Yaşar, ne telaş ediyorsun, yarun akşamda 5 dakika erken okursin ezani, olur biter” demez mi, biz hem Yaşar abinin haline, hem de Ahmet abimin yorumuna, kahkahaları koyverdik. Yaşar abi kahkahalar eşliğinde ezanı tamamladı, ezan sonrası pişti devam etti. O zamanlar yatsı namazı bizim erkekler için sanki farzdan çok vacip-nafile arası bir şeydi, kıldılar mı o akşam yatsıyı hatırlamıyorum.

Bi başka gün, ikindi mahali, Yaşar abi, karısı Emine yengem, Ahmet abi, eşi Güle ablam, çocuklar, kızlar, gelinler, komşular kapıda oturmuş sohbet ediyorlar. Ezan vakti gelince Yaşar abim kalkıyor ezan okumaya başlıyor. O esnada bizim yaylanın ilerisindeki Zenginyurt yaylası tarafından üç kadın bizim yaylaya doğru geliyorlar. Oturanlar gelen kadınların kimler olduklarını tahmin etmeye çalışıyorlar kendi aralarında. Biri sağdaki falancanın karısı Fadime’dir herhalde diyor, öbürü soldaki fıstıkçanın Eminedir, beriki ortadaki şudur derken, Yaşar abi ezan arasında konuşanlara dönerek “Vov elluşnin çkidim ama ortaine erand genig lemanigu”(Kim olduklarını bilmiyorum, ama ortadaki güzel kadına benziyor) diyor ve “Hayya’alel felah, Hayya’alel felah” diye ezanı okumaya devam ediyor. Tabii bizimkileri tut tuta bilirsen, ezan gene kahkahalar eşliğinde tamamlanıyor. Şimdi o namazgâhı otlar sardı, aşağıda köyün dışında briketten minareli bir cami yapıldı, ezan oradan okunuyor, Yaşar abim rahmetlik oldu, o ortadaki güzel kadın da torun torbaya karışmıştır herhalde...

Artık yayladan inme zamanı geldi, yayla dönüşü Karanlıkmeşe’de güzlük kaldığımız yıllardan aklımda kalan bir anekdot aktarayım. Sürü sahibi baba oğul Siftegüzün sonlarında yayladan sürmüşler koyunları, uygun buldukları yerlerde beşer, onar gün kalarak yavaş yavaş 2-3 aya Hopa’ya inecekler. Artvin Ardanuç civarında Bica aykırılığı denilen yerde bir süre kalıyorlar. Baba beş vakit namazı aksatmıyor. Oğluna da namaz kılması için ısrar ediyor, ama oğlu pek oralı değil. Tam Bica’dan hareket edecekleri günün sabahı adam bi bakıyor ki oğlu namaz kılıyor, o zaman kinaye ile oğluna diyor ki “İiiii orti im İbraim, ida ku nemazed isa Bica’is arengoğnuke inçug yep menenag la u bededa” (Eyyy gidi oğlum İbrahim, o senin namazın ne zamana kadar bu Bica’nın aykırılıklarında yalnız başına ağlayarak dolaşıp dursun.)

Yayladan yola koyulup Hopa’ya indik ya, bir anektod da oradan anlatayım. Eskiden, yani çaydan öncesi, bizim yörede neredeyse tarlaların hepsi mısır ekilirdi. Mısır başağa erdikten sonra domuz ve ayılar musallat olurdu tarlalara. Ateşler yakılır yüksekçe kulübeler (goliba) yapılır, sabaha kadar teneke ile ses çıkarılır, silah sıkılır “Goob” beklenirdi tarlalarda. Kiminin de “Goob” bekleyecek kimsesi olmaz, onlar da tarlalarını domuz ve ayıdan korumak için başka çareler arardı. İşte böylesi bir kadın, domuz ve ayılardan tarlasının koruyamadığından yakınınca arkadaşı, yakın köydeki bir hocayı salık veriyor. Kadın tarlası başağa durunca gidiyor hocayı çağırıyor. Hoca diyor ki “Ben öyle okur ve bağlarım ki (gab enuş) bi daha ne ayı ne domuz girebilir tarlana.” Köylü kadın seviniyor tabi. Hoca bi yandan dualar okuyup bi yandan da elindeki bir ipi birkaç yerden bağlayarak, tarlanın etrafını yedi kez dönüyor. “Tamamdır artık, korkma” diyor kadına ve gidiyor. Aradan 10-15 gün geçtikten sonra kadın tarlasına gidip bakıyor ki; bir tek sağlam mısır başağı kalmamış, hepsini ayı veya domuz yemiş bitirmiş. Kadın o kızgınlıkla hocaya gidiyor, “Hani artık ayı-domuz giremeyecekti tarlama, tarlamı talan etmişler, bir tek başak bile kalmamış” diyor. Hoca “Olmayacak yahu” diyor, düşünüyor düşünüyor “Hay Allah” diyor, “Demak ben okurken domuz tarlanun içindeydi da, hayvan dışarı çıkamadı, e haliylen da misiri  biturdi.” Eh hayat bu oluyor böylesi “Saf” işler, a’yi biraz ince okuyun lütfen.

Hopa’yı tek geçmek olmaz, iki kısa fıkra daha...

Köylerde hayat, ahırda at, koşumluk öküz, inek, dana, kapıda köpek, kümeste tavuk olduğu eski zamanlar. Hopa’nın Hemşin köylerinden Xigoba’da bir hacı amcanın atı ölmüş.  Hacı amca çok sevdiği, eli ayağı olan atının ölümüne çok üzülmüş. Durumu gören komşusu teselli etmek istemiş, “Hacı, ne üzülüyorsun senin atı alan Allahu teala sana başka bir at vermesini de bilur helbet” demiş. Hacının cevabı ise “Eeee ben benum Allah’umi bilurum, benum yirmi lirami almadan bana at mat vermez O” olmuş.
Hopa’dan son anlatı, malum eskiden biz Hemşinlilerin koyun sürüleri vardı, şimdi Hopa’da tır sürüsü. Tır şoförünün birinin babası ölüyor. İhtiyar, sekseni aşmış, hasta, erimiş ufak tefek bir adammış. Ölüyü hoca yıkasın diye camiye götürmüşler. Hoca ölüyü yıkarken, ihtiyarın oğluna “Yıkama işi bitiyor, hocaya bir şey vermek lazım”  diye hatırlatmışlar. Hocanın işi bitince adam hocaya yanaşmış, “Hoca ne vereceğiz?” diye sormuş usulen. Hoca, “lli versen yeterlidir” deyince, ölünün oğlu, “Hoca sen ne diyorsun, ben koca Tırı yirmi beş liraya yıkatiyorum, sen küçücük babamı yıkadun elli lira mı istiyorsun?” der.   

Şimdi Hopa’dan biraz aşağılara Hemşin’e geçelim.  Hemşinin günlük yaşamı ile ilgili az sayıda çalışmadan biri, dergimizin de yazarı olan gazeteci Adnan Genç’in Çalışkan Kadınlar Ülkesi Hemşin adlı kitabıdır. Güzel, eğlenceli bir kitaptır, bulanların okumalarını tavsiye ederim.  Bizim Hemşin köylerinde köy merkezinde kahvehane, bakkal, bir de cami olur genellikle. İş dışındaki zamanlarda köyün erkekleri genellikle came kapisi, ğhan kapi, bakkal kapı dedikleri bu yerde toplanır. İşte öyle bir yaz ikindisi, millet kahvede, kimi kağit oynuyor, kimi günlük meseleler, politika, muhabbet koyu, gırgır şamata vakit geçiyor.  Aksilik bu ya köyün imamı yok ortalıkta, ya balığa inmiş dereye, ya çarşıya gitmiştir, köylülerden biri okuyacak ezanı, ama kim? Ezan vakti köylülerden biri “Ola bugün ezan yok midur?” diye sorunca, öteden bir başkası cevabı yapıştırıyor “Git da oku daa!” Adam gitme heveslisi değil ama... ezan da okunacak... çare yok kalkıyor, giderken de, “Bağa bakun, nemaza geleceksanuz gideyim okuyayim, yoğ ise boşina afkurtmayun beni” diyor. Gene bir başka gün bu kez müezzin kahvede öğlen vakti rehavet çökmüş, müezzin ağır ağır gitmiş ezanı okumuş. Az sonra bakmışlar ki müezzin kahvede, kağıt oynayanlardan biri soruyor “Ola ne çabuk geldun, nemaz bitti mi?” Müezzinin sakin cevaplıyor “Nemaz kılmadum ki, ben okudum geldum.” Allah affetsin.

Hemşin denince Marmara’ya Adapazarı ve Düzce’nin Hemşin köylerine uğramadan olmaz. Hikaye Hemşindeki’ne benzer, Kocaalinin Açmabaşı köyü came kapısında, kahvede, çardağın altında oturmuş insanlar, sohbet ediyor, kimisi tavla, kağıt oynuyor. Küçük minibüsü ile bir seyyar satıcı geliyor, megafondan bir iki anons, iki çocuk uğruyor yanına, bir ihtiyar bir şey soruyor. Yaz günü öğlen sıcağı, ortalık durgun. Seyyar satıcı kenara çekip, kontağı kapatıyor, gelip çardak altında oturuyor soluklanmaya.  Hemşin köyü bu ya hava espriye gebe demek ki, gene caminin imamı izinde. Laf atmalar, espriler içinde çekişmeli bir tavla oyunu sürüyor, o sıra oyunculardan biri saatine bakıyor “Nemaz zamanı da geldi” diyor. Öbürü “Hamit” diyor “senun abdestun vardur sen git ezanı oku, ben da bir abdest alayım nemazı da ben kıldururum”. Seyyar satıcı oyunun esprilerinden sanıyor oralı olmuyor. Birazdan oyunculardan biri kalkıyor camiye doğru yürüyor, az sonra ezan başlıyor, seyyar satıcı şaşkınlıkla etrafı süzüyor. Cemaatla birlikte camiye giren satıcı diğer tavla oyuncusunun imamlık yaptığını görünce şaşkınlığı bir kat daha artıyor. Namaz sonrası çardak altında tavla kaldığı yerden devam edince, seyyar satıcı artık dayanamıyor; “Yahu, burası neresidir, siz kimsiniz, nasıl insanlarsınız böyle?” diye şaşkınlıkla soruyor. Bizimkiler de her zaman ki doğallıklarıyla “Biz mi, biz Hemşinliyiz, niye ki? ” diye soru ile karşılık veriyorlar. Sonra kendi meşreplerince anlatıyorlar adama nasıl insanlar oluklarını, ama adam ne kadar anlıyor, orası meçhul. 

Yine o bölgenin ilçelerinin birinin mahallesinde oturan Hemşinli amcalarımızdan biri ara sıra mahalle camiinde müezzinlik yapmakta, imama yardımcı olmaktadır. Bi gün gene imam yok iken iş başa düşüyor. (Ne hikmetse bu matrak hikayeler de çoğunlukla imamın yokluğuna denk geliyor) Cemaat “Şükri efendi nemazi sen kilduracaksin” diyor. Şükrü amca, “Yahu muezzinluk başka, nemaz kıldurmak başka, yapamam” falan diyorsa da atıyorlar bunu öne. Cemaat saf tutuyor, Şükrü amca başlıyor ikindi namazını kıldırmaya. Şükrü amca heyecandan sessiz okunması gereken sureyi sesli okumaya başlayınca, cemaat uyarıyor düzeltiyor. Bi ara da yerde okunması gereken süreyi ayakta okumaya başlayınca kendisinin hemen arkasında saf tutan ağabeyi çoğunluğu Hemşinli olmayan cemaat anlamasın diye Hemşince fısıldayarak “İda nestadz dağe gartuşi duvad gungadz gartaser ana tsadze inçnusana inç ...... dzar gartoğes” (O, ki yerde okunacak duayı ayakta okudun, aşağıya inince ne …...... okuyacaksin” diyor.

Yine Açmabaşı köyünden son bir anekdot; bereket bu kez imam izinde değil ve de olayın bizzat kahramanlarından. Açmabaşı köylüleri dindar oldukları kadar sportmen insanlardır da. Köyde hem her türlü spor ilgiyle izlenir, hem de spor yapılır. Yukarıdaki anıdan bildiğiniz üzere köyde dini bilgisi kuvvetli, imam-müezzin vazifesi görebilecek insanlar zaman zaman cami imamına yardımcı olmaktadırlar.

Beşiktaş maçının olduğu bir akşam köyün erkekleri cami kapısındaki kahvede toplanmış hep birlikte maç seyrediyorlar. Fanatik Beşiktaş taraftarı olan imam da oradadır. İmam bir yandan heyecanla maç seyrederken, arada sıkıntıyla saatine bakmaktadır, zira yatsı namazı vakti yaklaşmaktadır. Nasıl yapsa da en azından ezanı köylülerden birine yıksa. Ezan vakti geldiğinde imam, bir umut, birlikte maç seyrettikleri, kendisi de imam olan arkadaşına dönerek “Hoca” der “Bu akşam şu yatsı ezanini okusan, bir de namazı kıldırsan, büyük sevaba girersin.” Ancak futbola ilgisi ondan geri kalmayan diğer hoca “Yağma yok, sen bu köyün kadrolu imamısın, git görevini yap” diyerek bu cazip teklifi reddeder. Bunun üzerine imam, bu heyecanlı maçı yarıda bırakarak mecburen kalkar, ezan okumaya gider. İmam aklı maçta ezanı okur. Bir müddet sonra maç seyredenlerden birkaç dini bütün seyirci de gecikerek de olsa camiye gelip saf tutarlar. İmam aceleden cemaatten ehil birine namazı kıldırmasını rica eder ve kendisi diğer hocanın yanında saf tutar, başlarlar yatsı namazının ilk sünnetini kılmaya. Maçı kaçırdı, skorun ne olduğu içini kemirmektedir. Secdeye indiklerinde yanındaki hocanın duyacağı şekilde “Maç kaç-kaç?” diye usulca sorar, ilkin şaşıran diğer hoca da mecburen skoru söyler; 1-1. Skoru öğrendi, ama caba golleri kim attı? İmam kendini tutamaz bu kez rükûa iken, “Golleri kim attı” diye soruverir. Diğer hocamız bu duruma da kayıtsız kalamaz golleri atan futbolcuların isimlerini de söyleyip secdeye iner. 

Açmabaşı köyünde fiilen yaşanmış olan bu olay, bugün hâlâ muhatapları tarafından meraklılara hoş bir anı olarak anlatılmaktadır.

Şimdi Laz komşularımızın deyimi ile bilinen Hemşilluğun dışına çıkalım. Dışına dediysem de çok uzaklara değil Kaçkarların hemen güneyine İspir’e gidip bu yazıyı oradan iki anekdotla bitirmek istiyorum. İş ilişkisi dolayısıyla  tanıştığım bir hacı abimiz var. Muhabbeti sever bir İspirlidir. Bir gün bir sohbette yakın arkadaşlarımdan birinin de İspirin Karsor köyünden olduğunu söyleyince, muhabbet Karsor köyü üzerine derinleşti. “O köy çok başkadır, İspir’in en okumuşları o köyden çıkar, farklı insanlardır Karsorlular”, dedi ve aha da şunları anlattı, anekdot mudur, fıkra mıdır ben seçemedim. Buyrun... 

Bir inşaat şantiyesinde çalışılmaktadır. Ramazan ayı gelir çatar. İnsanların büyük çoğunluğu oruç tutuyor. İşçilerden yaşça diğerlerinden biraz daha büyük ve de sağlıklı bir yapısı olan Karsor’lu Şahıgüzel dayı oruç tutmuyor. Bi gün işçilerden biri  Şahigüzel dayıya neden oruç tutmadığını sorunca, Şahıgüzel dayı şöyle cevap veriyor “Ela benim açlığınan bir derdim yok, 2-3 gün yemek yemeden dayana bilirem,  ama oruci adet etmamişam bi kere” der.

Karsor’dan diğer anlatı da şöyle. Ramazanda teravih namazlarını çok uzun bulan Karsorlular köyden 3 kişilik bir heyet oluşturur ve İspir Müftüsüne yollarlar ki, bunu kısa tutmanın dince uygun bir yolu var mıdır diye sorsunlar. Müftü misafirleri odasına alır, dertlerini sorar, onlar da anlatırlar ki, böyle iken böyle... Müftü köylülere teravih namazını kaç rekat kıldıklarını sorar. Köylüler 10 rekat yatsinun peşine 20 rekat diye cevap verince müftü; “Siz vitir vacib kılmıyor musunuz?” diye sorar.  Köylüler yo hayır deyince müftü; “öyle şey olur mu, teravihin sonunda 3 rekat da vitir vacip kılacaksınız” diyor Karsorlulara. Köylüler kös kös geri dönüyorlar. Köyde merakla bekleyen insanlar bunların başları asık geldiklerini görünce, müftü kabul etmedi her hal diye düşünüyorlar, gene de meramlarını yenemeyip sorunca, heyetten biri “Biz teravih namazı uzundur kısalsın derken, müfti bi de fitil ekledi kıçına” diyor. 


Kaynak kişiler: Şerif Sarı(Sakarya), Yusuf Vayiç-Necdet Aydın(Hopa), Ahmet Yazan(İspir)

 Hikmet Akçiçek
Gor Dergisi Sayı 5-6 Sonbhar 2016- Bahar 2017



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder